11 Aralık 2017 Pazartesi

Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatı

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri. Külliyatı epeyce kalabalık olan yazarın bütün eserlerini bugüne dek yalnızca iki yayınevi yayımlama büyüklüğünü gösterdi: Özgür Yayınları ve yazımızda ele alacağımız Everest Yayınları. Fakat, gerekli ilgiyi devşirememiş olacaklar ki artık yeni basımları yapılmıyor.

Yapıtlarının büyük bölümünü dilde yalınlaşma akımından önce verdiği için, çoğunun yeni kuşaklarca anlaşılırlığı nispeten kısıtlı. Sadeleştirilen yapıtları pek çok yayınevinde bulunabiliyor olsa da; haliyle tüm edebî niteliğini yitirdiği için, okumanızı önermiyorum.

Yukarıda adını andığım yayınevleri ise özgün ve eksiksiz metinleri yayınlayarak, edebiyatımızdaki çok büyük bir eksiği giderdiler. Sadeleştirilmemiş metin dediysem, korkudan gözleriniz büyümesin. Azıcık edebî birikimi olan birinin anlayamayacağı şeyler değil. Her zaman, her yerde haykırıyorum. Yeri gelmişken burada da söyleyeceğim. Lütfen edebiyatımıza sahip çıkalım. Büyük yazarlarımızı özgün metinlerden okuyalım. Elbette bilmediğimiz kelimeler çıkacak; fakat bunların %90'nın anlamı metnin bağlamından tahmin edilebiliyor. Kalan bölümü içinse sözlük karıştırın. Nitelikli bir okur olmanın yolu bundan geçiyor. Kendi edebiyatını bilmeyen biri, dünyanın tüm klasiklerini okusa kaç yazar?


Yazara ilişkin


1864 yılında doğup, 1944 yılında, 80 yaşındayken Heybeliada'da inzivaya çekildiği evinde yaşama veda eden bu yazara ilişkin söylenenler; yazılıp çizilenler bir kitabı dolduracak kadar çoktur. İnternet ortamında dahi bunların bir bölümüne ulaşmak mümkün. Çoğu, bir ölünün arkasından ağza dahi alınmaması gereken nitelikte.

Annesini erken yaşta yitirdiği için büyükannesinin kadınlarla dolu evinde büyümüş, bu nedenle kadın dünyasını, kadınlar arası dedikoduları, çekişmeleri yakından gözlemleme fırsatı bulmuş. Bu dönemde evdeki hanımlardan öğrendiği el örgüsünü yaşamının sonuna dek boş zaman uğraşı olarak sürdürmüş. Yazarın el örgüleri bugün Heybeliada'da müze olarak ziyarete açık olan evinde hâlen görülebilir.

Titizlik hastası olan yazar, tokalaşmayı, öpüşmeyi sevmez; yabancı kapıların kollarını mendille, giysisinin ucuyla tutarak açarmış. Dışarı çıktığında aksesuar olarak yaz-kış muhakkak eldiven takarmış. Hiç evlenmeyen ve hiçbir kadınla bilinen bir birlikteliği olmayan Gürpınar'ın müzmin bekârlığı hakkında söylenenler çoğu zaman saygı ve edep sınırlarını aşan; kimsenin üzerine vazife olmayan hadsizce şeyler.

Siz elliyi aşkın kitap yazın, yıllarca gazetecilikle uğraşın, 7 yıl milletvekilli olarak ülkenize hizmet edin; kitaplarınızda hicvettiğiniz mahalle dedikodularından daha düzeysiz muhabbetlere meze olun. Dünya gerçekten acımasız.

Sultan Abdülhamid'in İstibdat dönemini, ardından gelen Meşrutiyet'in özgürlükçü ortamını, dünya savaşlarını, millî mücadele dönemini ve cumhuriyet rejimini görmüş bir yazar Gürpınar. Yazdıkları sarayı rahatsız ettiği için, sansüre uğramış.

Yapıtlarında yaşadığı dönemde İstanbul folklorunun ve günlük yaşamının mükemmel bir yansımasını sunan Gürpınar'a benim hayranlığım buradan geliyor. 100-150 yıl öncesinde konuşulan İstanbul Türkçesinin, deyim ve deyişlerinin tadını alınca Gürpınar'a sizin de bağlanacağınızdan eminim.

Özellikle batıl inançlar konusunu işlediği romanlar benim en sevdiklerim arasında. Bunun yanısıra, kadın-erkek ilişkileri, yasak aşklar, aldatma, suç, adalet, batılılaşma ve toplumun üst-alt sınıfları gibi konularda yakın tarihimizin ve kültürümüzün ince eleştirilerini bulacaksınız Gürpınar'ın eserlerinde.

Everest mi ve Özgür Yayınları mı?


Gürpınar'ın sağlığında basılan kitaplarının sayısı 50'yi aşıyor. Bunların büyük bölümü roman, ufak bir bölümü ise öykü, oyun ve deneme. Romanların kimileri sayfa sayısı olarak epey ince. Dolayısıyla günümüz piyasa koşullarında 50 küsur kitabı tek tek basmak, neredeyse hiçbir yayınevinin göze alamayacağı bir maliyet. Bu nedenle her iki yayınevi de kimi ince kitapları birleştirme yoluna gitmiş. Bu girişim, Özgür Yayınları'nda daha az. Everest yayınları ise neredeyse tüm kitapları birleşik biçimde basmış.

Özgür Yayınları'nı bilenler bilir. Türk klasiklerini özgün biçimleriyle fakat eskimiş sözcüklerin anlamlarını satır içinde köşeli parantez içinde verme yöntemiyle yayınlar. Örneğin: "... artık hayatta vazifesini ikmal etmiş kıyas edecekti [görevini tamamlamış sayacaktı] - Mai ve Siyah, Halid Ziya Uşaklıgil)

Ben ne yazık ki bu yönteme pek ısınamadım. Onlar tam aksini iddia etse de ben, okuyuşun akıcılığını son kertede sekteye uğrattığını düşünüyorum bu yöntemin. Everest ise, kimi kitapların sonuna sözlükçe ekleme yoluna gitmiş. Bana kalırsa en güzel yöntem bu. Bilmeyen, bilmediği sözcük için açar bakar. Bu nedenle ben külliyatımı Everest Yayınları'ndan bütünlemeye karar verdim.

Everest'in yayınladığı Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatını sıralamaya geçmeden önce kapak tasarımlarına da değinmek istiyorum. Everest'in kapak tasarımlarını, Türkiye'nin en yetenekli kapak tasarımcılarından biri olan Utku Lomlu yapmış. Bir kitaba başlamadan önce ilk sayfadaki künyesini okuma alışkanlığınız varsa Lomlu adını muhakkak görmüşsünüzdür. Emin olun, kitabevlerinde kapağını beğendiğiniz her 5 kitabın 4'ü onun imzasını taşıyordur. Fakat, Gürpınar külliyatındaki kapak tasarımları bana kalırsa bugüne kadar çıkarmış olduğu işler içinde ancak en son sırada yer alabilir. Ne yazık ki, estetikten uzak, alelacele yapılmış çalakalem şeyler gibi görünüyor.

Külliyattaki kitaplar listesi



  1. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Melek Sanmıştım Şeytanı (Sadeleştirilmiş Metin)
  2. Gulyabani - Gönül Ticareti (Sadeleştirilmiş Metin)
  3. Şıpsevdi (Sadeleştirilmiş Metin)
  4. Şıpsevdi
  5. Mürebbiye - Şeytan İşi
  6. Mürebbiye - Şeytan İşi (Sadeleştirilmiş Metin)
  7. Efsuncu Baba - Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür
  8. Şık- Tutuşmuş Gönüller
  9. Dirilen İskelet
  10. Kokotlar Mektebi
  11. Cehennemlik
  12. Kesik Baş - Ölüm Bir Kurtuluş mudur?
  13. Utanmaz Adam
  14. Can Pazarı
  15. İffet
  16. Ben Deli miyim?
  17. Tesadüf - Muhabbet Tılsımı
  18. İnsan Önce Maymun muydu?
  19. Ölüler Yaşıyorlar mı?
  20. Nimetşinas - Toraman
  21. Billur Kalp # Mezarından Kalkan Şehit - Mutallaka
  22. Son Arzu - Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu?
  23. Eşkıya İninde
  24. Tebessüm-i Elem
  25. Deli Filozof
  26. Cadı - Cadı Çarpıyor

21. sıra yanlışlıkla iki kitaba birden verilmiş.
Evet, sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı. Toplam 26 kitaptan oluşan listede birtakım tuhaflıklar var. 21. sırayı paylaşan iki ayrı kitap var.

Büyük olasılıkla bu kitaplardan birinin farklı bir numarayla yer alması düşünülmüştü. Fakat hazırlık aşamasında gözden kaçan bir yanlışlık, basım hatta dağıtım aşamasına dek kimsenin dikkatini çekmemiş ve dizi bu halde piyasaya sürülmüş olmalı.

Kitapların gerekli ilgiyi devşiremediğini yazının başında da dile getirmiştim. Ne yazık ki kitapların neredeyse tümü tek baskıda kalmış ve yeni baskısı yapılmamış. Bu yanlışın farkına varıldı mı bilmiyorum; ancak varıldıysa da yeni basımlar yapılmadığı için düzeltilme fırsatı olmamış belli ki. Yine, ilgi görmeyeceği düşünüldüğünden olacak ki; Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Melek Sanmıştım Şeytanı ve Gulyabani - Gönül Ticareti adlı kitapların sadeleştirilmemiş özgün metni bu dizinin içinde yer almıyor. Benim gibi, sevdiği yazarların külliyatını oluşturma ve onları özgün dilinden okuma gibi gibi takıntıları olanlar için son derece üzücü bir durum.

İlk ve tek basımları 2012 yılında yapıldığı için çoğu kitap artık piyasada tükenmiş ve nadirata düşmüş. Ancak sahaflarda bulunabiliyor. Benim de hâlen birkaç eksiğim var.


Son söz


Gerek edebiyat gerekse okur niteliğinin gitgide düştüğü günümüzde bir daha kolay kolay hiçbir yayınevinin Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatı yayınlamaya girişeceğini sanmıyorum ne yazık ki.  Umarım yanılırım. Sonuçta, birkaç yüz kelimeyle yazılmış saçma sapan aşk hikâyelerinin, vampir öykülerinin daha fazla para getirdiği bir dönemdeyiz.

Kimsenin Türk edebiyatını tanımak, tanıtmak ve yaygınlaştırmak gibi ulvî amaçları kalmadı. Okuduğumuz metinde anlamını bilmediğimiz eski bir sözcük görünce öcü gibi korkuyoruz. Çoğumuzun sözlüğe son başvuruşu herhalde ilkokuldaydı. Bu piyasa koşullarında bu yayınevlerinin elini taşın altına koyup bu külliyatı yayınlaması takdire şayandı. Yazık ki biz okurlar değerini bilemedik. 

Abdülhak Şinasi Hisar külliyatı

Abdülhak Şinasi Hisar, edebiyatımızın kıyıda köşede kalmış, unutulmuş ve hak ettiği değeri bir türlü görememiş yazarlarından biri. Gönlünü edebiyata ve İstanbul'a vermiş yetenekli bir yazar; tam bir İstanbul beyefendisi.

Çamlıca'da, Göksu'da ve Boğaziçi'nin başkaca güzide semtlerinde yapılan gezintiler, mehtap izleyişler artık bütünüyle geçmişte kalmıştır. Fakat Osmanlı toplumunda kültürel değişimin son hız sürdüğü bir dönemde, Hisar bu değişimi yozlaşma olarak algılamakta ve geçmişin ışıltılı günlerini özlemektedir. İşte Hisar'ın edebiyatının esin kaynağı bu geçmiş özlemi.

Boğaziçi'ni başlı başına bir medeniyet olarak gören ve bu adlandırmayı bir terim olarak yaşamımıza sokan bizzat Abdülhak Şinasi Hisar'dır. Bunun yanısıra Fahim Bey gibi abidevî bir karakteri de  yazınımıza sokmuştur.

Yaşamı


Yazar kimliği kadar, araştırmacı, eleştirmen ve aydın kimliğiyle de üzerinde durulması gereken Hisar'ın yalnızca yapıtlarının adları bile sanıyorum onun donanımına ilişkin kabaca bir fikir vermeye yeterlidir. Aşağıda yazarın tüm yapıtlarının listesini sıralayacağım fakat ne sağlığında, ne öldükten sonra rahata erebilen bu talihsiz yazarın yaşamını sizlerle kısaca paylaşmak isterim öncelikle.

1883 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Babası hayranı olduğu iki şairin; Abdülhak Hamit Tarhan ve Şinasi'nin adlarını vermiş ona. Çocukluğu, Boğaziçi'nin seçkin semtlerinde geçmiş. Dadılarla, özel hocalarla büyümüş. Galatasaray Lisesi'ni bitirmiş; yükseköğrenim içinse Paris'e gitmiş.

Yaşamı boyunca hiç evlenmemiş. Söylentilere göre ömrü boyunca tek bir kadını sevmiş. Hisar'ın imkânsız aşkının Şair Nigâr Hanım olduğu yazılıp çiziliyor. Aralarındaki yaş farkında bakıldığında, Hisar'ın delikanlılık döneminde Şair Nigâr Hanım'ın 30'lu yaşların ortalarında bir kadın olması gerekiyor. Bu da, bu aşkın imkânsızlığının nedenini açıkça ortaya koyuyor.

Yurda döndükten sonra bir dönem memuriyet görevinde bulunan; çeşitli gazete ve dergilerde çalışan Hisar babasının ölümünün ardından pek o kadar da parlak bir yaşam sürmemiş. Bunun izlerini, çağdaşı olan yazarların anılarını okuduğumuzda sürebiliyoruz. Pek konuşmaz, pek fazla kimseyle görüşmez, dost eğlencelerine pek katılmazmış.

Rumelihisarı'nda babadan kalma yalısının köhnemişliğinden çok utanır, "yakında yeni bir yere taşınacağız" der dururmuş. Elbette kıt kanaat geçimle ne yalıyı yenileyebilmiş, ne de yeni bir yere taşınmaya muvaffak olmuş. 3 Mayıs 1963 tarihinde öldüğünde cenazesine bir avuç yakınından başka kimse katılmamış. Bugün Zeytinburnu'nda Merkezefendi Mezarlığı'nda dinlenmekte. Yapıtları gibi, mezarı da kıyıda köşede kalmış.

Yapıtları


Abdülhak Şinasi Hisar'ın kitapları uzunca bir süre bölük pörçük yayınlanmış. Özellikle ölümünün ardından uzunca bir süre unutulmuş. Eserleri, Dr. Necmettin Turinay'ın özverili çabalarıyla yeniden basılmaya ancak 2005 yılında başlamış. Yapı Kredi Yayınları (YKY) uzunca bir süre bu yapıtları özenli bir biçimde basarak biz edebiyatseverlerle buluşturdu. Ancak artık kitapların yeni baskısı yapılmıyor ve tüm Abdülhak Şinasi Hisar kitapları nadirata; hattâ deyim yerindeyse karaborsaya düştü.

Talep varsa niçin yeni baskı yok diye soracaksınız. Yazarın hiç evlenmediğini ve hayatına hiçbir kadının girmediğini söylemiştim. Dolayısıyla çocuğu ya da birinci dereceden hiçbir mirasçısı yok. Bilmem kaçıncı dereceden mirasçıları ise şimdilerde anlaşmazlığa düştüğü için kitabın yeni baskılarına müsaade etmiyorlarmış. Eğer doğruysa öfkelenmemek elde değil gerçekten. Bir avuç insanın maddi çıkarı nedeniyle koca bir toplumun ortak kültür mirasından yoksun kalmasını benim gönlümü burkuyor.

Büyük çoğunluğu yazarın sağlılığında yayımlanan yapıtlarının yanısıra, ölümünden sonra gazete ve dergilerde çıkan köşeyazısı ve makalelerinden derlenerek kitap haline getirilen yazıları da var. Yapı Kredi Yayınları'ndan bugüne dek yayımlanmış yapıtları şöyle: 


  1. Çamlıca'daki Eniştemiz
  2. Fahim Bey ve Biz
  3. Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği
  4. İstanbul ve Pierre Loti
  5. Yahya Kemal'e Veda
  6. Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı
  7. Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde
  8. Boğaziçi Yalıları
  9. Boğaziçi Mehtapları
  10. Geçmiş Zaman Köşkleri
  11. Geçmiş Zaman Fıkraları
  12. Kitaplar ve Muharrirler I
  13. Kitaplar ve Muharrirler II
  14. Kitaplar ve Muharrirler III
  15. Türk Müzeciliği
  16. Eski Zaman Edipleri

8 Kasım 2017 Çarşamba

Bizans Süiti - [Rosie Pinhas-Delpuech]

Bizans Süiti kitap kapağı
77 sayfalık bu minik kitap, bir sahafın "Sepet 5 lira" köşesinde buldu beni. Kendiliğinden geldi, elimin altına giriverdi. Arka kapağı okur okumaz, alınacakların arasına koymuştum onu...

Bir Türkiye Yahudisi olan Rosie Pinhas-Delpuech, kitapta kendi çocukluğundan, bizim yakın tarihimizden yansımaları paylaşıyor bizlerle. Çokdilli bir ailede, hiçbir dili anadili olarak benimsemeksizin yaşayan, Türkçeyi ilk kez okula gittiğinde öğrenen bir kız çocuğunun gözünden...

Anı/anlatı türündeki kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2004 yılında yayınlanmış. Genç yaşlarda Fransa'ya yerleşen ve hâlen aynı ülkede yaşayan yazar, kitabı Fransızca olarak kaleme almış. Türkçe çevirisi Aysel Bora'ca yapılmış.

Kitap; Gece, Gündüz, Obur Devin Ziyareti, Sofa, Sözsüz, 10 Kasım, Yol, Bayrak, Dağ ve Z/S adlı on bölümden oluşuyor. Okul öncesinden başlayarak, yazarın ortaokula varana kadarki yıllarını anlatıyor. "Anadilim bir yabancı dil" epigrafı ile başlayan kitap yazar tarafından G.R. adlı kişiye adanmış.

***

Babası Fransız, annesi Alman kültürüyle yetişmiş ve dolayısıyla bu dilleri mükemmelen konuşan; büyükannesi ise yarı İbranice yarı İspanyolca konuşan, sokaktaysa her gün bambaşka bir dil duyan bir çocuk olsaydınız siz hangi dili benimserdiniz? Ya da bir dili benimseyebilir ve kendinizi o dile ait hisseder miydiniz?

Yazarın doğumundan birkaç yıl önce Avrupa'nın göbeğinde, Hitler Almanya'sında yaşanan olaylar henüz çok tazeyken, annenin çocukla Almanca konuşmaya çalışması ev halkınca hoş karşılanmamaktadır. Yüzyıllar önce ataları İspanya'dan sürülerek Edirne'de yaşama tutunan aile, Yahudi İspanyolcasını kaydadeğer bir dil olarak görmemekte ve küçümsemektedir. Yahudi İspanyolcası anne ve büyükanne arasında yalnızca aile dedikoduları yapmak için kullanılan bir gizli anlaşma biçimidir. İbranice; yalnızca din öğretimi sırasında kullanılan, günlük yaşamda hiçbir yeri olmayan ölü bir dildir zaten. Türkçe ise zaten okula başladığında öğrenecek denilerek hepten ikinci plana atılmıştır.

***

Kitabın ilk bölümünde, yazarın küçücük bir kız çocuğuyken öğrendiği ilk Türkçe kelime olan "Poyraz Sokak"tan söz ediliyor. Sokaktaki insanların konuştuğu dilde olan bu sözcüğün, küçük çocuğun zihninde edindiği yer, yıllar sonra yetişkinlikte bile asla silinmiyor.

Evin başköşesindeki Alman yapımı Blaupunkt radyosu, salondaki kömür sobası, başı kırılan ve parmakları sobaya yapıştırılan oyuncak bebek, nüfus sayımında eve gelen nüfus memuru, zatürreeden ölen bir kardeş, Nilüfer Hatun İlkokulu'na başlayış, yeni arkadaşlar, Türkçeyle tanışma, öğretmenler, kadın öğretmenler çocukların kafasına vurduğunda bileklerindeki altın bileziklerden çıkan metal şangırtısı, 10 Kasım törenleri, sokaklara dökülen saldırgan bir kalabalığın Ya Taksim Ya Ölüm sloganları, pencerelere asılan Türk bayrakları ve yazarın çocuk belleğinden yetişkinliğe ulaşabilen başkaca anı kırıntıları 77 sayfa boyunca bizlere bizi öğretiyor.

Kitabın Z/S adlı son bölümündeyse ortaokul için Fransız Okulu'na kabul edilen Rozi'nin hayatı belki de sonsuza dek değişiyor, adıyla birlikte. Yıllarca Rozi diye yazmayı öğrendiği adı artık Fransızca yazım kuralları gereğince Rosie olarak dayatılıyor. Belki de bu yüzden 20 yaşına geldiğinde kendini Rozi olarak Türkiye'ye değil de, Rosie olarak Fransa'ya ait hissettiği için Fransa'ya göç etmeye karar vermiştir yazarımız...

***

Pangaltı ile Harbiye arasındaki Poyraz Sokak bugün hâlâ yerli yerinde duruyor. Heyhat ki bugün o sokakta Madam Rosie ile ailesinden hiçbir iz yok. Fakat belki Teşvikiye'deki Nilüfer Hatun İlkolulu'nun tozlu arşivinde bir kayıt defterinde adı kalmıştır. Z ile... Rozi olarak...


9 Ekim 2017 Pazartesi

Gurabahâne-i Laklakan - [Ahmet Haşim]

Adı edebiyat derslerinde sıkça duyulan, edebiyat çevrelerinde üzerine epeyce konuşulan bir şair Ahmet Haşim. Benim şiirle pek aram olmadığı için kendisiyle tanışmam pek geç oldu diyebilirim. Geç de olsa tanışmamıza vesile olan ise Selim İleri'nin yazılarıdır. Her yazısı edebiyata ilişkin bin bir ipucu ve işaret saklayan Selim İleri'nin kim bilir hangi kitabında gördüm Ahmet  Haşim ve eseri Gurabahâne-i Laklakan'ın adını. Bu ilginç ve gülünç eser adını görür görmez altını çizmiştim...

Gurabahâne eski Türkçede düşkünlerevi anlamına geliyor. Laklakan ise leylek sözcüğünün Arapça çoğul biçimi. Yani günümüz Türkçesiyle "Garip/Düşkün Leylekler Evi" demek. Türk dilinin kurallarıyla ve grameriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan tamlamalarla, çoğullamalarla dolu bu yazım dili artık çok şükür dilimizden temizlenmiş olsa da Ahmet Haşim, yaşadığı dönem dolayısıyla böyle yazmış, eserinin adını böyle seçmiş. Ahmet Haşim'in dil kullanımına ve dilde sadeleşme çabalarına olan karşıtlığına da ayrıca değineceğiz.

Elimdeki kitap, Dergâh Yayınları'ndan çıkmış. Bütün Eserleri dizisi içinde yer alan üçüncü kitap. Gurabahâne-i Laklakan ve Diğer Yazıları adlı iki bölümden oluşan bir derleme niteliğinde. Kitap, İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından yayına hazırlanmış. İçinde birkaç edebî hikâye, çeşitli yerli gazetelerde çıkan köşeyazıları ve yazarın yurtdışındaki gazetelerde yayınlanan Fransızca makalelerinden oluşuyor. 367 sayfalık kitabın sonunda, özellikle araştırmacıların işine yarayacak çok işlevsel bir de dizin var.

Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Ahmet Haşim, yazdığı dönemlerde neredeyse bütün ünlü yazarlarca benimsenen dilde sadeleşme ve Öztürkçeleştirme çabalarının en ateşli muhaliflerinden biri. Bu nedenle yazdığı yazılar dönemin en ağdalı, en ağır söylemlerini yansıtıyor.

Örneğin, Arap harflerini kullandığımız dönemlerde sözcüklerin yazımının sadeleştirilmesi ve bir standarda oturtulması konusunda başlanan seferberliğe ateş püskürüyor. Aşk, araba vb. sözcüklerin Arapçadaki gibi 'ayın' harfiyle yazılması yerine 'elif'le yazılmaya başlanmasına karşı çıkmak için hiç üşenmeyip makale yazabilecek muhafazakârlıkta bir yazar Ahmet Haşim.

Halk tarafından kullanılan gündelik sözcüklerin şiire girmesine katlanamıyor. Bu nedenle başta şiirleri olmak üzere tüm yazıları baştan aşağı Arapça ve Farsça sözcüklerle / tamlamalarla dolu. Hatırı sayılır bir Arapça ve Farsça söz dağarcığınız yoksa bu kitaptan bir verim almanız pek olası görünmüyor; zira kitabın hazırlanışında dipnotlarla sözcüklerin günümüz Türkçesindeki anlamları/karşılıkları verilmemiş. Kitap sonunda herhangi bir sözlükçe de yok.

Gel gelelim, kitabımız okurlarına paha biçilmez bir bilgi kaynağı vadediyor. Özellikle köşe yazılarında yaşadığı dönemin nabzını tutan; resimden heykele, müzikten sinemaya, mimariden modaya, yerli edebiyattan yabancı edebiyata her konuda söyleyecek bir lafı -ve epeyce bilgisi olan- bu adama hayran kalmamak elde değil.

Günümüzde İnternet sayesinde dünyanın tüm bilgisi hepimizin cebine dek girmiş olduğu halde hiçbirimiz böylesine donanımlı ve bilgili değiliz. Ahmet Haşim, nasıl oluyor da 1920'lerin başında Hint edebiyatından, Amerikan edebiyatına tüm dünya yazınına hâkim olabiliyor; insan gerçekten hayret ediyor doğrusu!

Ahmet Haşim'in genel kültürünü, dünya kültür ve sanat akımlarına olan hâkimiyetini gördük, takdir ettik; tamam. Fakat kişisel olarak her görüşüne katıldığımı söyleyebilir miyim? Gelin, Ahmet Haşim'in düşünce yapısına biraz eğilelim...

Ahmet Haşim
Ahmet Haşim'de dinî anlamda bir tutuculuktan söz etmek mümkün değil. İnançlı fakat katı ve tutucu değil. Aksine kimi yazılarında kadınların aşırı kapalılığı başta olmak üzere çoğu konuda fazla serbest bir din anlayışı benimsediğini söylemek hiç yanlış olmaz.

Ancak tahminimce doğup büyüdüğü coğrafyanın -Bir zamanla Türkiye toprağı olan Bağdat'ta dünyaya geliyor ve İstanbul'a sonradan gelerek Türkçesini tekamül ettiriyor- hayat görüşünün biçimlenmesinde büyük etkisi olmuş. Kitap boyunca pek çok yazıda kadın düşmanı (mizojen) ve ırkçı söylemlerle karşılaşıyorsunuz. Yazının sonuna ekleyeceğim alıntılarda birkaç örneğe yer vereceğim.

Kitapta beni en çok şaşırtan noktalardan biri Ahmet Haşim'in Avrupa gazetelerinde yayınlanmak üzere yazmış olduğu Fransızca makaleler oldu. Fransızca diyorsam, sağlam, çok sağlam bir Fransızcadan söz ediyorum. Günümüzde değil Türk edebiyatçıları içinde, edebiyat araştırmacıları içinde dahi böylesine nitelikli, dolu, kusursuz bir Fransızca ile makale yazacak çok az kişi olduğunu iddia ediyorum. Varsa çıksın, iki satır yazsın ve yayınlatsın da görelim.

Dikkatimi çeken bir başka husus ise yıllar içinde, özellikle de cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda Ahmet Haşim'in dil konusundaki tutuculuğunu bir kenara bırakıp, halkın diliyle, daha yalın bir Türkçeyle yazmaya başlaması oldu. Belki genç Cumhuriyet'in dil, alfabe ve ulusal kimlik konularında cesurca devrimler yaptığı dönemde camiada tutunmak, sivrilmemek, göze batmamak ya da hayatta kalmak için yazarın kendi kendine bilinçli uyguladığı bir sansürdü bu... Ya da dilin doğal gelişimine karşı koyamadı ve süreç içinde istemsizce kendi dilini sadeleştirdi Ahmet Haşim.

Yazımı bitirip alıntılara geçmeden önce, şunu söylemek isterim ki; bir spor karşılaşmasında taraf tutar gibi Ahmet Haşim'i destekleyen ya da ona karşı duran bir tavır alacak değilim. Onun edebî ve sanatsal birikimini, dile olan hâkimiyetini gördükçe bir sonraki sayfayı daha bir istekle çevirdim. Ancak, yeri geldi, günümüzün insanî ve toplumsal değerleriyle ters düşen görüşleri nedeniyle rahmetliye öfkelendim.

İyiyi, kötüyü, amaları, fakatları bir yana bırakıp şunu söyleyebilirim: Ahmet Haşim yazdıklarıyla bizim edebiyatımızın bir değeri. Onu okumak, bilmek, tanımak Türk edebiyatseverlerin boynuna bir borç.

***

Şeklimiz bir hile ve bir yalandır. İnsan, meyveleri aksine yapılmış bir mahlûktur. Tatlı eti dışarıda ve iç tarafı ele alınmayacak olan tarafıdır. 

***

Halbuki kıymeti nisbî olan iffet; zaman, iklim, din, âdet ve bilhassa giyiniş tarzlarına göre değişen kararsız bir fazilettir.

***

Mamafih, sebepler ne olursa olsun, bugünkü kadın çıplaklığının cinsî cazibeyi azaltmakta ve hassasiyeti uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur. Nâmütenâhî çıplak bacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü kadın etinin yalnız görünüşüyle doyuyor. Bu soğuk ve lakayt göze hırs parıltısını verebilmek için şimdi kadın ne müthiş kudretler sarf etmeğe mecburdur!

***

 Millî harslar yüzündendir ki memleketler henüz yekdiğerinin güzelliğini anlamağa muktedir olmuyor.

***

Kadın ancak örtünüp saklandığı andan itibarendir ki, bir fitne ve fesat unsuru oluyor. (...) Zira çıplak bir kadın vücudu karşısında hayalimiz harekete gelmek için hiçbir gıda bulmaz. Halbuki "hayal" örtülü bir kadınla karşı karşıya gelince derhal mahrem örtülerin altına girer ve orada müheyyiç bir âlem yaratmağa başlar. Hayali tahrik eden her şey gibi "örtülü kadın" da ahlâka münafidir.

***

Kadın mı güzel, erkek mi?
(...)
Ekser hayvan cinslerinde erkeğe nazaran dişi çirkindir.
(...)
İnsan cinsinde de, dişinin erkekten daha güzel olması için hiçbir sebep yoktur. Kadının süslenmeğe muhtaç olması, saçlarını bir uzatıp bir kısaltması, hayvan kürklerine sarınması, fıtraten güzel olmadığının ve bunu kendisi de bildiğinin kâfi bir delili değil midir? Erkek sunî süs vesaitine tenezzül etmez, zira erkek güzelliği buna müftakır değildir. 

***

Serveti bu gibi zelil ellere bu kadar kolayca râm olmuş görenler, cüzzamlı olmaktan, sakat olmaktan utanır gibi, fakir olmaktan da utanmağa başladılar. İşte bu suretle parasız görünmek hicabı, dünya sahasında namus hicabını mağlup etti.

***

Ey, en küçük heveslerine esir olduğumuz kadınlar! Söylemezsiniz ama pekâlâ bilirsiniz ki, bütün varlığınız erkeğin size karşı duyduğu aşka bağlıdır. Erkeğin aşkı olmasa, düşük omuzlu, kısa ayaklı, iri kalçalı, korkunç bir mahlûk şekline istihale etmenize mâni ne kalır? Erkek aşkına lisan veren dâhilerin, sihrengiz aynalar teşkil eden ulvî eserlerinde aksinizi gördüğünüz içindir ki, kendinizi beğenirsiniz.

***

Bugüne kadar kadınlarımız, bilâistisna, dünyanın en güzel kadınları zannedilirdi, çünkü çarşafın sihrine bürünmeden ziyaya çıkmazlardı. Fakat vakta ki bu müheyyiç mahremiyetlerinden çıktılar, siz yabancılar çirkinlik nispetinin bizde yüzde doksan beş olduğunu hayretle gördünüz. (...) Çirkin tasavvur edemediğiniz Türk kadının, her yerde olduğu gibi ekseriyetle çirkin olduğunu görünce, bunu birden hâsıl olmuş esrarengiz bir tereddidir sandınız...

***

Herkesin imlâyı doğru bilmeğe ne mecburiyeti var. Neden istikabalin bütün demircileri, ustabaşıları, şoförleri, bakkalları ve kasapları imlâyı mükemmelen bilmeğe mecbur tutulsun?

***

Lisanı doğru yazmağı bilen bir kadına henüz tesadüf edilmemiştir. 




3 Ekim 2017 Salı

Intermezzo - [Fikret Adil]

Intermezzo
Fikret Adil, ne yazık ki günümüzde çok tanınan, bilinen bir yazar değil. Hatta unutulmuşken, şans eseri keşfedilip eserleri yeniden basılmış desek yanlış olmaz. Fikret Adil ile ilgili genel bilgileri ve benim yazarı nasıl keşfettiğimi bir diğer kitap yorumu olan Asmalımescit 74 yazısında paylaşmıştım.

1930'ların Türkiye'sinde Beyoğlu'nda yaşayan ve tam anlamıyla bir Bohem hayatı süren Fikret Adil'in, kendi yaşantısından kesitler daha çok Asmalımescit 74 kitabında yer alıyor.

Intermezzo ise yine 1930'ların İstanbul'una ayna tutmakla birlikte Fikret Adil'in kendi yaşamını değil; onun tanıklığında yaşanan ve İstanbul'dan Atina'ya uzanan büyük bir aşk skandalını anlatıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında resmimizin, tiyatromuzun, şiirimizin, romanımızın nabzını tutmak isterseniz Fikret Adil'i mutlaka okumalısınız. Sanatın her dalını yakından izleyen bu adamın çevresi doğal olarak sanatçılarla çevrili. Bu ilişki sıradan bir tanışıklık değil, güçlü bir arkadaşlık, dostluk olarak çıkıyor karşımıza.

Kitabımızın ana konusunu oluşturan bu aşk skandalının kahramanı da Fikret Adil'in çevirdiği bir oyun sayesinde tiyatroda tanıştığı Yorgos Pappas adlı Atina'ya göçmüş bir İstanbul Rum'udur.

Pappas, bir Fransız kızına tutulup Montpellier'ye yerleşmiş ve çocuk sahibi olmuşsa da kaynatası ona bir türlü ısınamamıştır ve bir gün onun zoruyla, onun ayarladığı bir trene binerek karısını ve çocuğunu terk eder. Bundan sonra Atina'ya, meşhur olan annesinin yanına yerleşir ve tiyatro yapmaya başlar. Sayısız gönül eğlencesi kadınlar gelir ve geçer Pappas'ın yaşamından bu dönemde.

İşler, Pappas bir gün trupuyla birlikte İstanbul'a turneye çıktığında değişecektir. Onu sahnede izleyip âşık olan Musevi kızı Tina, ayrıntılarını kitapta bulacağınız şekilde, Pappas'ı da kendine âşık eder ve iki yeni sevgili din ve millet farkını umursamayarak birlikte kaçmaya karar verir.

Kızın zengin işadamı babası durumdan kuşkulanıp onları takip ettirse de, genç âşıklar ustaca bir planla herkesi atlatırlar ve ilk uçakla Atina'ya kaçarlar. Ertesi gün tüm İstanbul ve Atina gazeteleri iki çılgın âşığı konuşmaktadır. Kızın babası perişan olmuştur. Kızı kaçtığı için değil, haciz korkusuyla kızından bile habersiz tüm mal varlığını kızının üstüne yaptırmış olduğu için!

Kızının peşinden doğruca Atina'ya giden baba, mal varlığını güvenceye almak için kızının aklını çelecek kirli planlar yapar ve başarılı da olur. Düzmece belgelerle Pappas'ı katil gibi göstererek kızının aklını çeler ve tüm mal varlığının kızının üstünde olduğunu sonunda ona da açıklayarak Pappas'ı servet avcısı konumuna düşürür. Tina nedense inanır ve Pappas'a dönmez.

Babasının kızı zorla tuttuğunu düşünen Pappas, yakın arkadaşlarıyla bir plan yaparak sevgilisini kaçırmaya karar verir. Bu planın tüm ayrıntılarını kitapta okuyacak ve çok güleceksiniz. Yalnız şunu bilin ki, Pappas son dakika Tina'yı kaçırmaktan cayıyor. Pappas, yıllar sonra Fikret Adil'e bunun nedenini şöyle açıklıyor:

- Sen, dedi, bir gün bana Türkçe bir darbımesel söylemiştin. Onu hatırladım da ondan.
- Neydi o darbımesel?
- Zorla güzellik olmaz. 

***

Asmalımescit 74 kitabında Yeşilköy tayyare istasyonundan Paris'e bir uçuşun 19 buçuk saat sürdüğünü öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Bu kitapta da öğrendim ki eskiden İstanbul'un Boğaziçi semtlerinden biri olan Büyükdere'de bir havalimanı varmış. Kahramanlarımız buradan uçağa biniyor ve 4 saatlik bir uçuşun ardından Atina'ya varıyor. 

Bu söyleyeceklerim kitapta yok ama öylesine ilgimi çekti ki kısa bir araştırmadan sonra şu bilgilere ulaştım: Deniz uçaklarının kullandığı bu alana posta uçakları inip kalkarmış. İtalyan kökenli Aero Espresso firmasına ait uçaklar Büyükdere'den kalkarak Atina üzerinden İtalya'nın Brindisi limanına inermiş. 

***

İntermezzo sözcüğü Türkçe sözlüklerde "opera ve operetlerde perdeler arası çalınan serbest müzik" olarak tanımlanıyor. Aynı zamanda Intermezzo'nun 1930'ların Beyoğlu'sunda bir mekân adı olduğunu görüyoruz. Intermezzo sözcüğünün ya da adının kitapta hiç geçmemesi bu bağlamda düşündürücü bir hâl alıyor. Vatan gazetesinin kitap ekinde rastladığım bir yoruma göre ise, yazar bu adı Beyoğlu'ndaki aynı adlı mekândan mülhem Bohem hayatının simgesi olarak seçmiş olabilir. Bana son derece mantıklı geldi. 

***

Yazara ait iki diğer kitap olan Avâre Yıllar ve Gardenbar Geceleri'ni de yayınlayacağını duyuran Sel Yayıncılık, bu kitapları birleştirilerek tek bir kitap haline getirilmiş ve bu hâliyle yayınlanmış. En kısa zamanda alıp okuyacağım! Bunca çer çöp arasında Fikret Adil okumaya öylesine değer ki!

Bir Çift Ayakkabı - [Sunay Akın]

Bir Çift Ayakkabı
Sunay Akın, en sıradan şeyleri bile sihirli sözcüklerle bir şiir gibi anlatmayı becerebilen bir yazar. Bir Çift Ayakkabı, bu yeteneğin en somut örneklerinden biri. Ayakkabı gibi sıradan, önemsiz, hatta itici bir nesne, Akın'ın o güzel anlatımıyla edebiyatımıza giriyor.

Yazar'ın İlker İnan ve Atalay Tarlabaşı adlı kişilere ithaf ettiği kitap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan yayınlanmış. İlk baskısı Kasım 2011'de yapılmış ve Zeytinburnu'nda basılmış. 184 sayfadan oluşuyor.

İstanbul'un Nâzım Planı ve Kızkulesi'ndeki Kızılderili kitaplarından sonra bu kitap, yazarın okuduğum üçüncü kitabıydı. İstanbul'un Nâzım Planı'nı çok severek okuduysam da, Kızkulesi'ndeki Kızılderili'de akmayan, doğal olmayan bir şeyler sezmiştim. Gel gelelim, Bir Çift Ayakkabı ile yeniden o ışıltılı Sunay Akın tarzına döndük.

Neler yok ki Bir Çift Ayakkabı'da... Bu nesnenin edebiyattan, resme, tarihten sinemaya, spordan dine yaşamımızın aslında her alanında kendine yer bulmuş olduğunu belki ilk kez bu kitapla fark edeceksiniz. Nasıl olup da bugüne dek kimse kalkıp ayakkabıların hakkını teslim etmemiş diye hayıflanacaksınız. Hatta kitabı okurken "Ayakkabı binlerce yıldır, gündelik yaşamımızın bir parçası, acaba dünyada bir ayakkabı müzesi var mıdır?" diye düşünmüştüm ki, bu kitap onun da yanıtını verdi. Varmış meğer!

Kitap tüm Sunay Akın kitapları gibi baştan aşağı hayret verici, aydınlatıcı ve bilgilendiriciydi. Altını çize çize, bol bol yıldızlar koyarak okudum. Ancak herhalde en çok dikkatimi çeken bölüm şu oldu:

İslam dünyası da, mabede girerken temiz kalpliliğin, arınmışlığın ve bağlılığın ifadesi olarak ayakkabılarını çıkarmayı sürdüren kültürlerdendir. Ne var ki Türkiye'de bir camiden içeri girerken kapıda bırakılan sadece ayakkabı değildir. Tıpkı ayakkabı gibi, Türk milleti anadilini de mabetlerinin dışında bırakır!.. Ve camide, Tanrı'ya olan bağlılığını, temiz kalpliliğini, sevgisini anlamadığı bir dille ifade etmek zorunda kalır. 

Bunun dışında evden kaçan karısının ayakkabası içine para koyan adamın hikâyesi, İstanbul boyacılarının ve boya sandıklarının hikâyesi, dünyanın en büyük ayakkabısının hikâyesi, Kızkulesi'nin bekçisinin ayakkabı dolabı yaptığı kitaplığın hikâyesi, kış günü yalınayak gezen bir oğlan çocuğuna verilen bir çift ayakkabının hikâyesi, çizmeyi aşmak deyiminin hikâyesi, astronotların aya bıraktığı ayakkabıların hikâyesi ve Abdülaziz'in içine toprak doldurup giydiği ayakkabının hikâyesi bu kitapta okurlarca keşfedilmeyi bekliyor.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti - [Hagop Baronyan]

Bir Osmanlı Ermenisi olan Hagop Baronyan, edebiyat dünyamızda adını duyduğumuz, bildiğimiz bir yazar değil. Yazılarını genellikle Ermenice olarak yazmış ve yayınlamış olmasının bunda büyük etkisi olsa gerek. 

1842 yılında Edirne'de dünyaya gelen ve ilkgençliğini burada geçiren Baronyan, 1864'te İstanbul'a taşınmış ve burada gazetecilik ve edebiyatla uğraşmıştır. Çoğunlukla, Ermeni toplumuna odaklanmakla birlikte toplumun tüm kesimlerini dikkatle gözlemlemiş, toplumsal sorunları mizahî bir dille eleştirmiştir.

Hiciv yazılarının yanında, Osmanlı Ermeni gazetelerinde başyazarlık görevleri yürütmüş, tiyatro denemeleriyle tanınmıştır. Baronyan, 1891 yılında 49 yaşındayken İstanbul Kazlıçeşme'deki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi'nde veremden ölmüştür.

İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti adlı kitabı, 1800'lerin ikinci yarısında İstanbul'un Ermeni mahallelerine odaklanan bir nevi seyahatname olarak değerlendirebiliriz. Ermenice olarak kaleme alınan ve ancak 2014 yılında Türkçeye çevrilen yapıt Can Yayınları'ndan çıkmış. Çevirmenliğini Ermenice aslından Paris Hilda Teller Babek yapmış. Kitap Zeytinburnu'nda basılmış. 136 sayfadan oluşuyor.


Kitap ne anlatıyor


Kitapta 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında imparatorluk İstanbul'unda, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı 34 mahalleye yapılan -hayalî- gezileri anlatılıyor. Ermeni toplumunun sorunlarını, geleneklerini, huylarını ve yaşayışlarını gözler önüne sermek amacıyla yazılan eser, tüm hiciv yazılarında olduğu gibi pek çok abartılı genellemeyle dolu. Günümüzde okuyanı gülümseten bu satırlar, acaba o zamanlar Ermeni yurttaşlarımızı kızdırmış mıdır?

Baronyan'ın fotoğrafı
Kitapta adı geçen mahalleler:

  • Ortaköy
  • Kumkapı
  • Kasımpaşa
  • Beşiktaş
  • Karagümrük / Salmatomruk
  • Eyüp
  • Kadıköy
  • Rumelihisarı
  • Selamsız
  • Topkapı
  • Gedikpaşa
  • Üsküdar Yenimahalle
  • Pera (Beyoğlu)
  • Balat
  • İcadiye
  • Samatya
  • Kuzguncuk
  • Dış Kumkapı
  • Hasköy
  • Kınalıada
  • Boyacıköy
  • Galata
  • Kuruçeşme
  • Eyüp (Surp Asdvadzadzin)
  • Büyükdere
  • Yenikapı
  • Kartal
  • Kandilli
  • Samatya Yenimahalle
  • Narlıkapı
  • Beykoz
  • Makriköy (Bakırköy)
  • Feriköy
  • Yeniköy
Kitapta genel olarak sözkonusu mahallelerde kaç Ermeni hanesi bulunduğu, kaç okul bulunduğu, mahalle kilisesiyle ilgili birkaç bilgi, semtin havasının ve ikliminin nasıl olduğu ve halkın politik konularla ne denli ilgili olduğu gibi konularda bilgi veriliyor. Yazarın "Millî konular ve sorunlar" olarak adlandırdığı bu tanımlamayla tam olarak neyi kastettiğini ben açık olarak anlayamadım. Genel Osmanlı siyasetinden ziyade, sanıyorum ki Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeni milletinin sorunlarını kastediyor.

Okuduğunuzda sizlerin de göreceği üzere, kitabın odak noktasında eğitim ve Ermeni okulları var. Bu yönüyle Baronyan, gerek kız, gerekse oğlan çocukları için ilköğretimin önemini daha 1800'lerde anlamış, aydın bir milliyetçi olarak öne çıkıyor. Kiliselerde toplanan yardım paralarını bolca eleştirdiği gibi, halkın kiliseye olan ilgisinin azalmasından da yakınıyor.  

Kitaptan birkaç gülümseten satır


Eyüp'te çok fazla yaşlı kadın yaşamasını yazar kendine özgü mizahî diliyle şöyle anlatır:

Kadınların yürekleri geniştir, bu yüzden uzun ömrülüdürler. En kısa ömürlü kadın doksan dokuz yaşındadır. Yüz yaşında biri öldüğünde genç yaşta hakkın rahmetine kavuşmuş sayılır. Bir yaşında bir kız öldüğünde düşük sayılır. 

Kayserili Ermeni esnafın Kadıköy'de emlak simsarlığı yapmasına ve elisıkılığına ise şöyle değiniyor:

... Birkaç yıl önce Yahudi'nin biri kehanet edip dedi ki: "Yerin altına girecek "k" harfiyle başlayan bir köy var. Herkes bu köyün Kadıköy olduğunu bağırdı ... Bu haberi yayan bizim Kayserililer ucuz fiyatla ev almak için bu tevatürü anlatmışlardır. Neticede ev fiyatları yüzde altmış ucuzladı ... Kadıköy'de oturanların birçoğu köyden ayrıldı. Bizim Kayserili esnaf bulunduğu yerden kalkmadan "Ucuz oturalım, yerin dibine de girelim" dedi.

Üsküdar'ın tepe semtlerinden olan Selamsız'da yaşayan Ermenilerin, komşu Yenimahalle ile olan anlaşmazlıkları ise şöyle yankı buluyor Baronyan'ın satırlarında:

Selamsızlılar komşusuyla (Yenimahallelilerle) cehenneme bile gitmek istemez. Yenimahalleliler de onlarla cennete.... Selamsızlılar şimdi o kadar ayrılmışlardır ki Yenimahallelilerden, onları farklı bir millet kabul ederler. 
Birbirlerinin papazlarından kutsanmaz, birbirlerinin kiliselerine gitmezler. Papazlar da halkına ayak uydurmuştur.
Yenimahalle okulunda kavga çıkaran çocuğa, "Anlaşılan seni Selamsız'ın papazı vaftiz etmiş" derler. 

Topkapı'daki bir Ermeni kilisesinde görev yapan vaizin bed sesini hicvetmek için yine döktürmüştür Baronyan:

... Öyle bir ses çıktı ki, oğlum korkudan düştü bayıldı.
Allah Allah, gürlememeydi o?
Keşke gürleme olsaydı. Anlatılmaz bir ses...
Bomba mıydı?
Keşke bomba olsaydı. Anlatılmaz bir ses...
Neydi peki?
Kilise görevlisinin sesiymiş. Hemen oğlumu kucaklayıp doktora koştum. Ümit yok, ödü kopmuş dediler ve oğlum öldü. 
Yine Topkapı'nın havasının yumuşak ve sağlıklı olmasına şöyle değiniyor yazar:

Topkapı'nın havası çok sağlıklıdır. Böyle giderse papazlar istifa edecek, zira hiç cenaze çıkmaz.

Ermeni kadınlarının Büyükdere'deki sayfiye yerlerinde yaptığı kaçamaklar da Baronyan'ın gözünden kaçmamış:

Çoğunlukla hava değişimine gidilen bir köydür ama koca değiştirmeye gidenler de eksik değil.

Kartal'daki Ermeni kilisesinin nevi şahsına münhasır zangocu ve kiliseyi her sabah tıkabasa dolduran halkı da kendine yer bulur kitapta:

Kartallı, kiliseseverdir. Zangoç her sabah elinde sopayla kapıları çalıp uyandırarak duaya çağırır dindar halkı.  Belli değildir kiliseye gidenlerin sopadan mı, Allah'tan mı korktukları.
Bir dönem Kandilli semtindeki Ermeni okulunda öğrencilere kötü yemekler verildiği ve üstüne üstlük okulda dayak olayları yaşandığı anlaşılmaktadır:

Biliyoruz ki bu okuldaki öğrenciler yılda birkaç kez börek yer ama bilmiyoruz ki yılda kaç kez dayak yer. 

Sonsöz 


Günümüzde ülkemizdeki nüfusu hepi topu 70 bine düşen Ermeni toplumunun bir zamanlar okullarıyla, kiliseleriyle, mahalleleriyle yaşantımızın ayrılmaz bir parçası olduğu günleri anlatan bu kitabı okurken, acaba anlatılan bizim İstanbul mu diye sormadan edemiyor insan.

Bugün Ermeni cemaatiyle uzaktan yakından bağdaştıramadığımız Kartal, Üsküdar, Eyüp, Topkapı gibi semtlerde artık Ermeni toplumunun izleri geri gelmemecesine silinmiş durumda. Tarihe tanıklık eden tek şey, hiç değilse bu kitabın satırları şimdi.

Hoş vakit geçirmek, İstanbul'u bilinmeyen bir yönüyle, bir Ermeni yurttaşımızın gözünden görmek, bir dönemin Ermeni toplumuyla ilgili bilgi edinmek için okumanızı önerebileceğim, hoş bir kitap İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti.

Mavi Sürgün - [Halikarnas Balıkçısı]

Halikarnas Balıkçısı ile tanışma kitabım Aganta Burina Burinata olmuştu. Mavi Sürgün, yazarın okuduğum ikinci kitabı. Şimdi düşünüyorum da Mavi Sürgün'ü daha mı çok sevdim ne?

Öncelikle kitabın künyesini verelim. İstanbul dışında etkinlik gösteren sayılı yayınevlerimizden olan, Ankara merkezli Bilgi Yayınevi tarafından basılmış. Elimdeki kitap Ekim 2016'da yayımlanan 22. baskı. Kitabın ilk baskısı yine Bilgi Yayınevince 1961 yılında gerçekleştirilmiş. Halikarnas Balıkçısı'nın "Bütün Eserleri" dizisinin 3. kitabı. 226 sayfadan oluşuyor.

Okuyuşum boyunca dilinin duruluğuna, anlatımın akıcılığına hayran kalarak çevirdim kitabın sayfalarını. Kitaba ne ara başladım; kitabı ne ara yarıladım, ne ara bitirdim inanın anlamadım. Böyle bir kitap için birkaç satır yazmasam içim rahat etmezdi. Daha fazla okur tarafından bilinsin, duyulsun istiyorum. Halikarnas Balıkçısı edebiyatımızda gözardı edilmiş; hakettiği değeri bulamamış bir hazine bence.

Bu kitap bir özyaşamöyküsü; yazarının kendi yaşamının bir bölümünü anlatıyor olması hasebiyle bir anı kitabı. İstanbul gazetelerinde hikâyeler tefrika ederek geçinen bir yazardır Cevat Şakir.


Mahkûmiyet ve sürgün 


Savaş döneminde eşlerini, ailelerini görmek için ordudan kaçan askerlerle ilgili haberlerden esinlenerek kurgu bir öykü yazar. Konu asker olunca, içinde bulunulan dönem de Kurtuluş Savaşı olunca, öykü yetkililerin dikkatini çeker, öfkesini toplar.

Bir gün, Üsküdar Şemsipaşa'daki evinin kapısı çalınır ve karakola çağrılır. İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılanacağı söylenir ve bu nedenle ilk trenle Ankara'ya gönderilir. Gidince anlaşılır ki, sebep yazdığı bu öyküdür. Vatana ihanet, millî mücadeleye muhalefet gibi konularda hiç acıması olmayan ve çokça idamlar gerçekleştiren İstikâl Mahkemeleri'nde kendisinin de peşin hükümle idam edileceği gelir kulağına.

Halikarnas Balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı
Kendince, firarî askerleri haklı göstermek ya da mücadeleyi küçümsemek gibi bir amacı olmasa da, yargılama sırasında "yok" da diyemez, nedense doğru düzgün kendisini savunamaz bile. O, yargılama sonucunda idam hükmünü duymayı beklerken, 3 yıllığına Bodrum'a, kalebentlikle sürüldüğünü öğrenir.

Yol serüveni


Sürgün yerine götürülmek üzere derhal 2 asker nezaretinde yola çıkarılır. Kaçma olasılığına karşı İzmir'e dek vapurla gitmesine de izin verilmez. Bu nedenle Bodrum'a karayoluyla gidecektir. İşte bizim kitabımızın asıl hikâyesi bu yol macerasıyla başlıyor. Cevat Şakir, İstanbul'dan Bodrum'a gidişinin 6 ay süreceğini nereden bilebilirdi ki...

Konakladıkları çoğu yerde bir aksilikle, bir bahaneyle hiç de hesapta olmayan biçimde kimileyin 20-25 gün kalmak suretiyle Bodrum'a güçbela ulaşırlar. Bodrum'a varana dek nerelerde duraklamazlar ki, Afyonkarahisar, İzmir Karşıyaka, Aydın, Çine, Muğla, Milas... Her biriyle ilgili bir dünya anı, o zamanın kentleri hakkında pek çok gözlem kitabın sayfalarında keşfedilmeyi bekliyor.

Bodrum'a varana dek, gördüğü herkesten Bodrum'a ilişkin bilgi almayı deneyen Cevat Şakir, bir türlü istediği somut bilgileri edinemez. Yalnız savaş sırasında Bodrum Kalesi'nin harap olduğu öğrendiği için, kaleye kapatılamayacağı iyiden iyiye belli olmuştur. Bu durumda iki seçenek vardır: ya hapishaneye girecek ya da cezası Sinop'a sürülen arkadaşı Zekeriya gibi kalebentlikten sürgüne çevrilecektir. Kader, Cevat Şakir'in yüzüne güler ve kalemine duyulan saygı nedeniyle olacak, Bodrum'a vardığında kaymakam aldığı bildiri üzerine ona şehir içinde serbest dolaşabileceği müjdesini verir.


Bodrum günleri


Cevat Şakir'in Bodrum'la özdeşleşen şiiri
Bu noktadan sonra kitabın yol macerası bölümü bitiyor ve yazarın Bodrum'daki sürgün günleri başlıyor. Ama ne sürgün! Keşke bir suç işlesem de bana da böylesi bir ceza reva görülse. Gülünç bir fiyata, deniz kıyısında görür görmez vurulduğu bir evi kiralamakla başlar Cevat Şakir yeni yaşamını kurmaya. Günbegün evini, yeni yaşantısını düzenler. Bu sırada çeviriler yaparak günlük kazancını çıkarır.

Durumundan hiç de yakınmayan Cevat Şakir, cezasının bitimine 1,5 yıl kala -masum olduğu anlaşıldığı için olsagerek- affedilir ve cezasının kalanını İstanbul'da geçireceği bildirilir. Ama Bodrum'a âşık olan Cevat Şakir, cezası dolar dolmaz (ki zaten cezanın İstanbul'da geçen bölümünün boşa çekildiği anlaşılır; çünkü ortada İstanbul'da kalması mecburiyetini gösteren hiçbir belge yoktur!) ailesiyle birlikte Bodrum'a geri döner. Çocukları burada büyür.

Bodrum günleri Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın adım adım Halikarnas Balıkçısı'na dönüşmesine tanıklık eder. Başından beri yptıklarıyla yerli halkın dostluğunu ve muhabbetini kazanır. Avrupa'dan kaynak kitaplar ısmarlayarak balıkçılık ve tarım konusunda kendini epeyce geliştirir. Bilgilerini halkla da paylaşır. Çevresindekileri eğitir.

Yörenin iklim ve toprak özelliklerini iyiden iyiye araştırır. Öyle ki Bodrum'da, hatta Türkiye'de o güne değin bilinmeyen, yetişmeyen meyvelerin, bitkilerin tohumlarını getirterek Bodrum'da yetiştirmeye başlar. Günümüzün Bodrum mandalinası ve o zamanlar yazarın bile "greypfrut" dediği greyfurt meyvesi, onun sayesinde Bodrum'da yayılır.

Sonsöz


Cevat Şakir'in Bodrum'daki kabri
Bu kitabın dışında da biliyoruz ki Cevat Şakir, yazdıklarıyla Akdeniz kültürünün tanıtılması için büyük çabalar ve yararlılıklar göstermiş bir yazardır. Bodrum'u Bodrum yapan kişiliklerden biridir hiç kuşkusuz.

Çocuklarının eğitimi dolayısıyla İzmir'e taşınıp orada yaşamak zorunda kalsa da, gönül bağıyla hep Bodrum'a bağlı kalmış; 13 Ekim 1973 tarihinde öldüğünde de Bodrum'a gömülmüştür.

Mavi Sürgün, yazarı Halikarnas Balıkçısı yapan olayların başlangıç aşamasını anlatması bakımından önemlidir. Duru Türkçesi, akıcı anlatımı ve zengin biçimiyle Türk yazınının en güzel yapıtlarından biri olarak yeni kuşaklarca keşfedilmeyi bekliyor.

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Rituals Cosmetics

Bu yazıda size, tesadüfen karşılaşıp denediğim, daha sonrasında hayran kalarak ürünlerini satın aldığım ve hâlen de memnuniyetle kullandığım bir markayı tanıtmaya çalışacağım: Rituals Cosmetics.

Nedir bu Rituals?

Rituals markası, milenyum diye gözümüz yollarda beklediğimiz 2000 yılında Hollanda'da kurulmuş. Kendisini dünyada vücut ve ev kozmetiğini birleştiren ilk marka olarak tanıtıyor. Sloganları:

Your body, your soul, your rituals...
Senin bedenin, senin ruhun, senin ritüellerin...

Markanın ürün yelpazesi içinde kremler, vücut yağları, vücut spreyleri, duş jelleri, şampuanlar, banyo tuzları, makyaj malzemeleri, tıraş jel ve losyonları, parfümler, çaylar, kokulu mumlar, koku çubukları, tütsüler hatta havlu ve bornozlar bulunuyor.

Sitelerinde söylediklerine göre amaçları günlük bakım ritüellerimizi sıradışı hoş anlara çevirmekmiş. Doğrusu başarıyorlar da, ne yalan söyleyeyim! Bir yerden sonra bu temizlenmek ve bakım yapmak için bu ürünleri kullanmayı bırakıyor; sırf bu ürünleri kullanmak için bakım yapmak istiyorsunuz.

Kadın ya da erkek olarak ayıramayacağım; temiz ve bakımlı olmak, güzel kokmak herkesin hoşuna gider. Bu marka da bunu sağlıyor. Marifet iltifata tâbiyse ben de övgümü, iltifatımı yaparım. O nedenle kimseden beş kuruş istemeden, hatta bedava deneme ürünü bile almadan bu yazıyı yazıyorum. Ey Rituals, sen yine de bir bakım seti gönderirsen hayır demem! :D



Ürünler

Rituals'ın yaklaşık 550 ürünü varmış. Tasarladıkları tüm ürünlerin esin kaynağı Doğu kültürü ve Doğu insanının vücut bakım gelenekleri. Türk/Ortadoğu, Hint ve Uzakdoğu kültürleri ürünlerin odak noktası. Ürünleri 7 farklı koleksiyon dâhilinde gruplandırmışlar.

The Ritual of Sakura

Bu koleskiyonda yüzyıllardır Japon kadınlarının kullandığı kiraz çiçeği ve pirinç sütüyle hazırlanan müthiş kokulu ürünler yer alıyor.


The Ritual of Dao

Çin'de doğan Yin / Yang yani beden enerjilerinin mükemmel dengesi sağlama felsefesini simgeliyor. Ürünlerin ana malzemesi lotus çiçeği ve yatıştırıcı etkisiyle bilinen yi yi ren bitkisi.


The Ritual of Laughing Buddha

Yine antik Çin kültüründen esinlenen bir koleksiyon. Tatlı portakal ve sedir ağacı özleriyle zenginleştirilmiş, diğer tüm ürünler gibi harika kokan bir seri.


The Ritual of Ayurveda

5000 yıllık Hint kültüründen esinlenerek oluşturulmuş. Ana malzemeler hintgülü ve tatlı badem yağı. Henüz bu seriden hiçbir ürün denemedim. İlk hedefim bu olacak.


The Ritual of Hammam

İşte bizden bir seri. Kadim hamam kültüründen esinlenmiş. Benim de bu markayla tanışma ürünüm. İçeriğindeki biberiye ve okaliptüsün kokusu ha-ri-ka!


The Ritual of Samurai

Japonların ünlü savaşçı samurayları kişisel bakım ve görünüşlerine öyle dikkat ederlermiş ki, iyi bir görünüm güce eşit demekmiş. Samurayların bakım ritüellerinden esinlenilmiş bu serinin ana malzemeleri organik bambu ve Japon nanesi. Markanın yegâne tıraş ürünleri de bu seri içinde.


The Ritual of Cleopatra

Bu koleksiyondaysa markanın ürettiği makyaj ürünlerini bulacaksınız.

Bunlar dışında marka ara sıra sınırlı sayıda üretilen geçici koleksiyonlarla da müdavimlerini şaşırtabiliyor.


Nerede Bulunur?

Rituals Paris mağazası*
Marka ilk mağazasını 2000 yılında Amsterdam'da Kalverstraat'ta açmış. Bunu, Londra, Madrid, Anvers, Lizbon, Berlin, Stokholm ve New York gibi şehirler izlemiş. Şimdilerde en çok mağazası doğduğu yer olan Hollanda'da bulunuyor. Ülkenin hemen hemen her kentinde bulunabiliyor.

Bunca övgü ve olumlu yorumdan sonra fark ettim ki yazının başında söylemem gerekeni henüz söylememişim. Rituals ne yazık ki henüz Türkiye'de perakende satılmıyor. Ülkemizde Rituals ürünlerini bulabileceğiniz tek yer İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Gidiş Duty Free Mağazası... Dikkat edin, geliş değil. Tatilden dönerken uğrayıp alırım diyorsanız, bu şimdilik olası değil. Konunun takipçisiyim. Ürünler geliş mağazasında satılmaya başlar başlamaz burada bildireceğim.

Rituals Cosmetics markası, önceleri bayilik verme yoluyla yeni şehir ve ülkelere açılmış. Ama artık tüm mağazalarını kendisi açıyor. Bu nedenle yeni bir ülkeye girerken ince eleyip sık dokuyor. Halihazırda Türkiye pazarına giriş gibi bir niyetleri yok Instagram'da yaptığım bir yorumdan anladığım kadarıyla. Eğer yurtdışına giderseniz ya gittiğiniz yerden ya da İstanbul'daki Duty Free mağazasından alabildiğiniz kadar ürün almayı unutmayın!


Şimdilik Rituals'ın perakende satış mağazası bulunan ülkeler şöyle:

Bir başka Rituals mağazası*
  • Hollanda
  • Amerika Birleşik Devletleri
  • Almanya
  • Fransa
  • Çekya
  • İsveç
  • İsviçre
  • İspanya
  • Birleşik Arap Emirlikleri
  • Katar
  • Portekiz 
  • Polonya
  • Umman
  • Litvanya
  • Norveç
  • Letonya
  • İrlanda
  • Birleşik Krallık
  • Estonya
  • Hırvatistan
  • Danimarka
  • Belçika
  • Avusturya
  • Andorra 
Evet yabancı bir marka, evet daha ziyade yurtdışında satılıyor ama siz yine de bizim ülkemizdeki Duty Free mağazasından alın ki bizim ülkemiz de bir şeyler kazansın :) 

Başka ne var?

Rituals markası, Instagram ve Facebook başta olmak üzere sosyal medyayı bir hayli etkin kullanıyor. Takip etmenizi öneririm. Bunun dışında perakende sattığı ürünlerin hepsini almayı elbette istiyorum. Ama Rituals'ın öyle bir hizmeti var ki... Akıllara ziyan! Şimdilik yalnızca Hollanda'danın birkaç şehrinde ve Belçika'da bulunan City Spa adındaki merkezlerde Rituals ürünlerini kullanarak bakım, terapi ve masaj hizmeti veriyorlar. Bunlardan birini ziyaret edemeden ölürsem herhalde gözlerim açık giderim!

Hollanda'dan bir Rituals City Spa*


26 Temmuz 2017 Çarşamba

Asmalımescit 74 - [Fikret Adil]

Edebiyatımızın kıyıda köşede kalmış, unutulmuş, hak ettiği değeri ve takdiri toplayamamış yapıtlarını, yazarlarını keşfetmek isterseniz kesinlikle Selim İleri okumalısınız.

Ben Selim İleri okurken, mutlaka bir not defteri ile kalemi yanıbaşımda tutarım. Çünkü onun yazıları keşfetmeniz için sizinle paylaşılan sayısız sözlü hazineyle doludur. İşte Fikret Adil ve Asmalımescit 74 adlı kitabı, edebiyat kurdumuz Selim İleri sayesinde varlığından haberdar olduğum, bu tür gizli saklı fakat çok değerli hazinelerden biridir. Becerebilirsem hakkında birkaç satır yazacağım.

***

1901-1973 yılları arasında yaşayan Fikret Adil, yaşadığı dönemde daha çok gazeteci ve çevirmen kimliği ile bilinmiş. Bir yandan da bohem hayatı dediğimiz kavramın içini dolduracak, hakkını verecek bir yaşam tarzı benimsemiş. Yazdığı yazılar yalnızca bu bohem yaşantıyı betimlemiyor; dönemin İstanbul'una da ayna tutuyor. Beyoğlu'nun en gözde mekânları, dönemin en parlak kişileri Fikret Adil'le kurdukları ilişkiler sayesinde hiç bilinmeyen yönleriyle edebiyat tarihimizde yerlerini alıyorlar. Dönemin bohem yaşantısının merkezinde yer alan Asmalımescit -Fikret Adil'in yazımıyla Asmalımesçit- semti ve Gardenbar, Meserret Kıraathanesi, Petrograd, Rubin Oteli gibi mekânların canlı betimlemeleri "bugün tüm bu yerler neden yok ki!" dedirtiyor.

Necip Fazıl'dan, Peyami Safa'ya, Mahmut Yesari'den ressam İbrahim Çallı'ya dönemin en önde gelen sanat insanlarıyla, Acem yahut Trabzonlu tüccarlarıyla, Macar, Rus ve Rumen göçmenleriyle bugün artık var olmayan bambaşka bir İstanbul portresi çiziyor Fikret Adil.

Amacım bütün ilginç ayrıntıları verip okuma isteğinizi kırmak ve hevesinizi kaçırmak değil elbette; ancak 1920'lerin İstanbul'unda genç bir adamın, günümüzde bile aşırı sayılabilecek bir yaşantı sürdüğünü görmek eminim her okuru az çok şaşırtacaktır. Çokeşlilik, tek kişiye bağlan(a)mama, uygunsuz flörtler, parasızlık, alkol ve madde kullanımı, eşcinsel ilişkiler bu kitapta karşılaşacaklarınızdan yalnızca birkaçı.

Unutulmuş ve bir köşeye atılmış Fikret Adil kitaplarını yeniden basarak "Fikret Adil Kitaplığı" adı altında günümüz okurlarına sunan Sel Yayıncılık'a ufak bir teşekkür etmek gerek sanırım. Kitabın başında yayınevi tarafından yazılan giriş yazısına göre Fikret Adil'in bohem hayatını konu alan 4 başka eseri daha yayınevinin yayın programındaymış. Bunlardan Intermezzo ve birleştirilerek tek kitap hâline getirilen Avâre Gençlik & Gardenbar Geceleri 2017 yılı temmuz ayı itibarıyla yayınlanmış durumda. Beyaz Yollar, Mavi Deniz kitabını da kitapseverler olarak sabırsızlıkla bekliyoruz.

***
  • Yayınevi yazarın dilini olabildiğince korumak amacıyla bazı sözcüklerin yazımını o dönemde olduğu gibi bırakmış: yapmıya, etmiye, olmıya, görmiye gibi. Benim gibi yazım yanlışı dedektifiyseniz, okurken yazının akıcılığını etkileyebilir. Ama nedense bende pek rahatsızlık yaratmadı.
  • Kitap boyunca kimi sayfalarda kroki denen karikatür çizimler var. Edebiyatımızda örneğine çok rastlanmayan hoş bir gelenek bu. Kitaba çok hoş bir ayrıntı katmış.
  • Kitapta adı geçen kişiler ve mekânlar tümüyle gerçek. Falanca kitabın yazarı diye sahne arkasından tanıdığımız insanları kanlı canlı, tüm insanî özellikleriyle kitap sayfalarında görmek okurken çok değişik hisler uyandırıyor.
  • Bir dönem İstanbul'da yaşayan insanları, meslek gruplarını ve etnik kimlikleri görünce insan hâliyle şaşırıyor. Kaloşvarlı Rumen anne-kız, Suriye'ye giden tiyatrocular, Macar ev sahibeleri, Rus sığınmacılar belki de daha önce hiç duymadığımız ayrıntılar.
  • Yeşilköy Tayyare İstasyonu'ndan Paris'e bir uçak yolculuğunun o zamanlar 19 buçuk saat sürdüğünü de ben bu kitapla öğrendim mesela :)