8 Nisan 2013 Pazartesi

Üç Harfliler: Marid

Film afişi
Üç Harfliler: Marid, Türk korku sinemasının vasat örneklerinden biri. Dün gece uyku tutmamıştı, YouTube'da gezinirken fragmanını gördüm; aklımda başka film olmadığı için açıp izledim.

Demin dediğim gibi, vasat. Başka sıfat bulamıyorum. Bir Türk sineması âşığı olarak çok isterim harika filmler yapılmasını ama olmuyor ne yazık ki. Öncelikle iş korku filmlerine gelince nedense hep düşük bütçeyle bir şeyler yapmak zorundasınız. Jönleri, jöndamları, ünlü yıldızları geçtim; dizilerde rol alan ikinci karakterleri bile göremiyoruz korku filmlerinde. Genelde hepsi ilk işlerini yapan amatör oyuncular. Üç Harfliler: Marid de düşük bütçenin kurbanı olmuş bir filmdi.

Konusu kısaca şöyle: Başkarakterimiz Ayla çocukken ablası ve ablasının iki arkadaşı evde cin çağırırlar. Çağırdıkları cinse cinler âleminin en kötücül üyelerinden Marid'dir. Marid gelir ve o gece oracıkta kendisini çağıran 3 kızı öldürür. Daha sonra başka bir orada bulunan ve hiçbir şeyden haberi olmayan küçük Ayla'nın bedenine girerek 3 gün boyunca onu esir alır. Bu 3 günlük döneme ilişkin hiçbir şey hatırlamayan Ayla'yı nefesi kuvvetli bir hoca, yazdığı muskalarla zorlukla sağaltır.

Hayatı boyunca bu muskayla yaşayan ve Marid'in şerrinden korunan Ayla, daha sonra yaşananları unutur, bu muskayı kaybeder. Bu, Marid'in yeniden ortaya çıkmasına neden olur. Kendisini rahatsız etmeye başlayan Marid'den korunmak için yeni bir hoca bulurlar. Eşi Serkan ona bu dönemde destek olmaktadır. Hocanın geldiği akşam hiçbir şey umulduğu gibi gitmez. Marid, hocayı, Serkanı ve o gece orada bulunan iki arkadaşlarını öldürür.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, film yaşanmış bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmış. Ama filmde işlenen amaçsız, belirsiz, muallak bir hikâye. Marid konusu son derece özgün, hiç işlenmemiş, zenginleştirilmeye uygun bir konu. Ancak filmde çok sığ kalmış. Şu sorulara yanıt verecek nitelikte birkaç sahne filmin kalitesini büyük ölçüde artırabilirdi:

Marid'in özellikleri nedir?
Neden insanlara karşı bu kadar saldırgandır?
Neden Ayla'ya hiç dokunmamakta ama çevresindekileri öldürmektedir?

Film maalesef basmakalıp çekim teknikleriyle dolu. Yapay diyaloglar, uçlarda gezinen hareket ve eylemlerle dolu. Bunlar doğal olarak inandırıcılığı düşürüyor. Her yerde ortaya çıkan Japon sinemasından aşırılmış dik dik bakan küçük kız çok iticiydi. Doğaüstü olaylara inanmayan, işi alaya alan arkadaş figürü çok klişeydi. Gecenin sonunda o da, inanıp korkanlar da aynı akıbete uğradı. Filmdeki namaz sahnesi evlere şenlik. Hoca ilk kez gittiği evde hiç sormadan kıbleyi kendi başına buluyor. Sözde hoca evi tütsülemek için ortalıkta geziniyor ama gezindiği alan iki adımlık; salonun yalnızca 2 metrekarelik bir bölümü. Dua okunmaya başlanacağı vakit hocaefendi kadınlardan başlarını örtmesini istiyor -gerçekçi bir nokta- ama kadın kahramanlarımız Teşvikiye Camii'ne cenaze törenine gitmiş ünlüler gibi saçlarının bir kısmını açıkta bırakacak biçimde örtüyor başlarını. Hoca duaya başlayacağı zaman bir bakıyoruz ki 2 dakika içinde bütün oda mumlarla donatılmış. Her yerde mumlar. Kahramanımız soruyor: Işıkları kapatayım mı hocam? -Kapat kızım. Olmaz! İslam'da böyle bir şey mi var Allah aşkına? Bunu da Avrupa sinemasından almışsınız ama olmamış maalesef.

Değinilen birkaç nokta ise hoşuma gitti. Hocaefendinin parayla olan ilişkisi ve sonunda akıbetinin kötü olması güzel bir mesajdı. Anlamadığım şu: Hadi bu işten fahiş paralar alan hocaefendiyle, itikatsız arkadaş çarpıldı öldü. İnançlı koca ve arkadaş neden öldü? Marid Ayla'yı neden bir türlü öldürmedi ya da peşini yıllardır bırakmadı?Dediğim gibi bu soruların bir yanıtı olsaydı; çok daha farklı bir film olabilirdi.


Türk korku sineması

Üç Harfliler Marid filminin afişi
Türk sinemasında beceremediğimiz türleri sayacak olsak başı korku filmleri çeker herhâlde. Olmuyor, elimizde bu kadar çok malzeme olmasına rağmen bir türlü beceremiyoruz. Sebebi ne? Basmakalıp hikâyeler, oradan buradan aşırılıp filme eklenen korku ögeleri, amatör oyuncular, bütçesizlik...Daha sayabilirim...

Konu korkutmak olunca, dinsel motifler her kültürde öne çıkar. Avrupa ve Amerika sinemasında şeytan motifi ve Hristiyanlık izleri o kadar çok kullanıldı ki, malzeme artık tükendi. En son şeytanlı film kim bilir kaç yıl önce çıktı. 

Bizdeyse durum hem aynı, hem biraz farklı. Konu çeşitliliği olarak şeytan, iyi cinler, kötü cinler, Hızır, büyü, melekler, Allah'ın mucizeleri, gazabı vb. gibi zengin bir birikim var. Hepsi yaratıcı bir senarist tarafından işlenmeyi bekliyor. Ama nerede? 

Bugüne kadar çekilen bir avuç korku filmi var. Tüm bu hikâyelerin dini ve işledikleri konuyu iyi bilmeyen insanların kaleminden çıktığı çok bariz. Türkiye gibi bir ülkede insanları Müslümanlıktan alınan korku ögeleriyle korkutacaksanız, öncelikle bu insanların dinini iyi bilmeniz gerekir. Neden korktuklarını iyice analiz etmeniz icap eder. Falanca filmde neyle korkutmuşlar, filanca filmde nasıl efekt kullanmışlar deyip; oradan buradan örnekler alarak film çekmek maalesef Türk korku sinemasını geliştirmez. Üzülerek söylüyorum, birkaç yüz bin seyirciyle kapatırsınız sezonu.

Türkiye'de korku filmi denince olmazsa olmazlar:

*Hızla geçen karaltılar
*Cinlere, büyüye inanmayan itikatsız bir karakter
*Henüz olaylar başlamamışken karakterlerin şakalaşarak birbirini korkutması
*Banyoda geçen bir korku sahnesi
*Korku sahnesinden sonra seyirciyi gevşetmek için yapay sakinleştirme diyalogları 
*Etrafta beliren ya da silinen Arapça yazılar
*Telefondan, televizyondan gelen tuhaf cızırtılar, görüntüler

Bunlar çok şehirli hikâyeler. Cin hikâyeleri, büyü faciaları vb. gibi özgün olaylar bulmak için Anadolu'ya inilmeli. Yaşanmış olduğu iddia edilen olaylar en ince ayrıntısına kadar yaşayanlardan dinlenmeli. Japon filmlerinden fırlayıp gelmiş gibi görünen, bed bakışlı küçük kızlar, Avrupa filmlerinden mülhem duvarda beliren yazılar, rengi değişip kırmızıya dönen sular vb Türk halkını korkutmaz. 

Uzun lafın kısası: Biz korku filmi çekmeyi hâlâ becerebilmiş değiliz. İyi niyetle işler yapılsa da yetersiz kalıyor. Düşük bütçelerle, amatör oyuncularla gerçek bir korku filmi zor çekilir. İslamî motifler taşıyan korku filmi hayalgücüyle değil, fıkıh kitaplarına, âlim hocalara, başından olay geçmiş kişilere danışılarak yazılır. Bizden olmayan ögeler, filmin inandırıcılığını azaltır.Ülkemizde 3 milyon seyirciye ulaşan korku filmlerinin çekilmesi dileğiyle efendim...

   

7 Nisan 2013 Pazar

Rougon-Macquart

Dizinin yaratıcısı Émile Zola
Sanırım hepimiz bulmaca çözerken "Émile Zola'nın bir romanı" sorusuyla karşılaşmış ve ezberden "Nana" yanıtını yazmışızdır. Ama Zola'nın kim olduğuna gelince, edebiyatla haşır neşir insanlar dışında kimse bir şey bilmez. Gelin görün Zola'nın birkaç yapıtını sayın diye sorsak o bir avuç edebiyatsever de çuvallar. Herhâlde Nana dışında alabileceğimiz yegâne cevap Germinal ve Meyhane olur. Çok çok meraklı kitapkurtları belki 1-2 kitap adı daha sayabilir.

Gelin görün ki Zola 62 yıllık yaşamı boyunca 30 kadar eser vermiş. Bunlar içinde 20 tanesi var ki gerek kendi hayatında, gerekse Fransız yazınında çok önemli bir yere sahip. Sözünü ettiğim bu 20 eserin her biri birbiriyle bağlantılı bir roman dizisini oluşturuyor. Dizide Rougon-Macquart ailesinin Fransızların İkinci İmparatorluk Dönemi dediği 1852-1870 yılları arasında yaşadığı olaylar anlatılıyor. 

Müthiş bir konu ve karakter çeşitliliği. Zola'nın natüralist akım olarak adlandırılan yazım tekniğiyle yazılmış kurmaca bir dünya. Doğallığa ve inandırıcılığa o denli önem veriliyor ki; sanki birinden gerçek bir hikâye dinliyorsunuz. Zola bunun için çok çalışmış. Madencilerin yaşamının anlatıldığı Germinal'i yazabilmek için haftalarca madencilerle yaşamış, madenlere inmiş. Germinal romanını yazmak için yaptığı önçalışma ve aldığı notlar romanın kendisinden uzundur. Her romanı için uzun bir hazırlık süreci geçirmiş; bir öğrenci gibi kütüphanelerde saatlerce çalışarak roman dekorunu gerçeğe en uygun biçimde yaratmak için uğraş vermiş. Bu emeğin karşılığını yaşarken olmasa da bugün fazlasıyla almış gibi görünüyor. Yalnız Fransızlar nezdinde değil, tüm dünyada Zola adı ve Rougon-Macquart dizisi takdirle anılıyor. 

Ama ben Zola'nın bir tek bizde hak ettiği yeri ve değeri bulamadığına inanıyorum. Bir kere 20 eserden oluşan bu muhteşem dizinin 2013 yılında hâlâ Türkçeye çevrilmemiş kitapları var! Türkçeye çevrilen kitapları ise -en ünlüler dışında- piyasada bulmak imkânsız. İçlerinde en son baskısı 30-40'larda yapılmış olanlar var. Çoğu sahaf bile hayatında duymamış çevrilen kitapları. Örneğin Le Rêve (Hayal, Düş) kitabı 1945 yılında Hulyâ adıyla çevrilmiş; bugün bulmak çok zor.  

Kitapları her yayınevi farklı bir adla yayınlamış, aynı kitabı birden fazla isimle bulmanız mümkün. Ben etraflıca bir araştırma yapmadım, yalnızca bildiklerimi yazıyorum. Dediğim gibi Türkçe adları yayınevine göre farklılık gösterebilir. İşte Zola'nın 20 kitaplık Rougon-Macquart dizisi şu kitaplardan oluşuyor:
  1. La Fortune des Rougon (1871) - Rougon'ların Yükselişi 
  2. La Curée (1871-2) - Tazı Payı 
  3. Le Ventre de Paris (1873) - Paris'in Göbeği
  4. La Conquête de Plassans (1874) - Plassans Papazı
  5. La Faute de l'Abbé Mouret (1875) - Rahip Mouret'nin Günahı
  6. Son Excellence Eugène Rougon (1876) - Çevirisi yok
  7. L'Assommoir (1877) - Meyhane
  8. Une Page d'amour (1878) - Bir Aşk Sayfası
  9. Nana (1880) - Nana
  10. Pot-Bouille (1882) - Apartman
  11. Au Bonheur des Dames (1883) - Kadınların Cenneti
  12. La Joie de vivre (1884) - Yaşama Sevinci
  13. Germinal (1885) - Germinal
  14. L'Œuvre (1886) - Eser
  15. La Terre (1887) - Toprak
  16. Le Rêve (1888) - Hulyâ
  17. La Bête humaine (1890) - Hayvanlaşan İnsan
  18.  L'Argent (1891) - Çevirisi yok
  19. La Débâcle (1892) - Çevirisi yok
  20. Le Docteur Pascal (1893) - Doktor Pascal
Dizinin tüm kitapları*

Kitaplar onlarca farklı yayınevinden, onlarca farklı boyut ve kalitede, onlarca farklı çevirmen tarafından çevrilerek basılmış. İçlerinde tam bir facia olan çeviriler var. Bir kitap bu kadar mı rezil edilebilir diyorsunuz okurken. Çeviri iyi olsa da yayınevinin özensizliğinden -acemiliğinden, amatörlüğünden, ciddiyetsizliğinden ya da umursamazlığından da diyebilirsiniz- dolayı mahvolan kitaplar da var. Emile Zola kitaplarını basan ciddi ve tanınmış yayınevi sayısı üçü geçmiyor. 
Çevirisi, baskısı ve dizgisi iyi olsa da bu yayınevleri de maalesef tüm diziyi değil, 2-3 kitabı basmışlar ancak. Türk kitapseverlerin bir an önce 20 romanlık bu diziye eksiksiz, düzgün ve uzman elinden çıkmış bir çeviriyle kavuşması gerekiyor. İşinin ehli bir yayınevi bu 20 kitaplık diziyi ve yazarın diğer küçük eserlerini -ki içlerinde şiir, öykü ve oyun kitapları var-Türkçeye çevirerek Émile Zola külliyatı adı altında yayınlamalı. Bunu başarmak her şeyden önce yayınevinin kendisine büyük bir saygınlık kazandırır. Kazanan hem kendileri, hem Türk edebiyatseverler olur. Bu denli büyük bir projenin altından kaç yayınevi kalkabilir bilmiyorum. Kültür yayınlarıyla bugün en saygın yayınevleri arasında sayabileceğim Yapı Kredi Yayınları (YKY) ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları gözümde en kuvvetli adaylar. Sesimi duyuyorlar mıdır bilmem ama buradan onlara sesleniyorum. Bize bu iyiliği yapar mısınız? Daha küçük bir yayınevi olsa da daha önce birkaç klasik eseri başarıyla Türkçeye kazandırmış olan Oğlak Yayınları'nı da buradan bu konuya eğilmeye davet ediyorum. En saygın yayınevlerimizden Can Yayınları, eğer çevirileri Tahsin Yücel'e yaptıracaksa lütfen bu işten uzak dursun. Feryadımın bir yerlerde yankı bulması dileğiyle, hoşçakalın efendim. 


6 Nisan 2013 Cumartesi

Jappeloup

Filmin afişi
Jappeloup, 2013 Fransız yapımı belgeselvâri bir film. Fransa'da ilk gösterimi 13 Mart'ta oldu. Bugün 6 Nisan ve çok övgüsünü duyduğumuz için dayanamadık görmeye gittik. Fransızlar kendi sinemalarına en çok sahip çıkan millet desem haksız sayılmam. Bilet sırasına girdiğimizde salonda yalnızca 12 koltuk kalmıştı. Nitekim film başladığında salonda boş koltuk kalmamıştı. Filmin güzelliğinin yanısıra Fransızların kendi sinemalarını sahiplenmeleriyle de ilgili bir durum.

Jappeloup şu an itibariyle Fransa, Belçika ve İsviçre dışında vizyona girmedi. Ama eminim ki Türkiye de dâhil pek çok Avrupa ülkesinde oynayacak ve başarı elde edecektir. Zira filmin hikâyesi yaşanmış bir olaydan mülhem. Birkaç kurgusal ekleme ve değişiklik dışında film, Jappeloup adlı at ve binicisi Pierre Durand'ın gerçek yaşamöyküsünü anlatıyor. Belgesel film olarak adlandırmamın nedeni bu.

Film uzun mu uzun; 130 dakika sürüyor. Filmin hikâyesini kısaca anlatayım: Pierre, avukatlık kariyerini bırakıp, en büyük tutkusu olan biniciliğe kendini adar. Çok sevdiği atı Jappeloup'yu herkes çok zayıf ve hırçın bulmakta ve eğitilebileceğine inanmamaktadır. Bunun aksine tek inanan kendisi ve babasıdır. Babasının desteği ile çalışır ve 1984 Los Angeles olimpiyatlarına katılır. Burada korkunç bir talihsizlik yaşar ve oyunlardan eli boş dönerler. Ama artık ona ve Jappeloup'ya inananların sayısı artmıştır. Eşi ve Jappeloup'nun seyisi Rafaëlle onu yeniden yüreklendirirler ve 1988 Seul olimpiyatlarında altın madalyayı alarak adlarını tarihe altın harflerle yazdırırlar.

Azmin ve sevginin çok samimi bir biçimde anlatıldığını düşündüğüm bu film eğer Türkiye'de de vizyona girerse mutlaka görün. Özellikle bahsettiğim olimpiyatları izlemişseniz belki eski anılarınızı hatırlarsınız.




Filmin fragmanı

Arabesk

Filmin afişi
Şener Şen ile Müjde Ar'ın Arabesk filmini izlediniz mi? Ben daha yeni izledim. Bizim evde eski filmler hiç izlenmez. Ben Hababam Sınıfı'nı bile nice zaman baştan sona izleyemedim. Eski filmlerin izlenmemesine bahane şuydu: "Aman 40 defa izledik bunları, değiştir falancayı aç".

Arabesk, Türk sinemasında birkaç örneği daha bulunan absürt komedi türünde bir film. Bana sorarsanız komedi filmleri içinde rahatlıkla ilk 10 içinde yer alır. 1989 yapımı, alay ve iğnelemelerle dolu bu güldürü, Ertem Eğilmez'in son filmiymiş. Hasta yatağından yönetmiş bu filmi.

80'li yılları kasıp kavuran arabesk furyası ve dönemin filmleri ağır biçimde sarakaya alınıyor. Filmin her bir sahnesinin bir amacı var diyebilirim. Her sahnede bir başka filme gönderme yapılıyor. Küçük Emrah'lı, Ferdi Tayfur'lu, Orhan Gencebay'ı, İbrahim Tatlıses'li filmlere de dokundurmalar var. Müjde Ar da, Şener Şen de müzik kökenli sanatçılar olmamasına rağmen bu filmde mikrofon başına geçip dönemin pek moda arabesk şarkılarıyla dalga geçen şarkılar seslendiriyorlar. Filmin müzikal yanı oldukça ağır basıyor. Müzikler Attila Özdemiroğlu ile rahmetli Aysel Gürel'den. Senaryo Gani Müjde.

Filmin konusunu tek cümleyle şöyle anlatabilirim: Birbirini seven iki genç, kaderin cilveleriyle defalarca ayrılır ve kavuşur; en sonunda ölürler ve ölünce birbirlerine kavuşurlar.

Türk sinemasının tüm basmakalıp senaryolarını ve hikâyelerini şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Aklınıza ne gelirse, bu filmde kahramanlarımızın başından onlar geçiyor. Aklımda kalan birkaç örneği sıralamak isterim:

*Müjde Ar zengin ağa kızıdır; Şener Şen ise yoksul bir yanaşmanın oğlu.
*İki âşık köy yerinde aşklarını simgeleyen ağacın altında buluşurlar.
*Kızın babası oğlana para teklif edip, kızının peşini bırakmasını ister.
*Oğlan parayı alır; tam babanın yüzüne fırlatacaktır ki kız bunu görmeden gözyaşları içinde kaçar.
*Kız sevmediği bir adamla evlendirilmek istenir.
*Kız düğün gecesi kaçar. Yolda tecavüze uğrar.
*Kız geneleve düşer; onu iyi yürekli bir adam çekip bataktan çıkarır.
*Oğlan gazinocular kralı tarafından keşfedilir, sahneye çıkar.
*Düğünde terk edilen zengin nişanlı kızın peşine düşer.
*Türlü yanlış anlaşılmalar olur, çözülür, çift kavuşur.
*Tam her şey yolundayken oğlan hastalanır, kısa süre sonra öleceğini öğrenir.
*Kızı kendinden soğutmak için başkasına âşık olduğunu söyler.
*Gelin görün ki dosyalar karışmıştır. Oğlan hasta değildir. Tekrar barışırlar.
*Köylerine dönmeye karar verirler ama vedalaşmaya gittiklerinde gazino patronu kıza sahip olmaya çalışır.
*Olayı yanlış anlayan oğlan üzüntüden çöllere düşer, kahırdan kör olur.
*Yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkınca barışırlar ama evlerine giderken oğlana araba çarpar gözleri açılır. Bu sefer kız kör olmuştur.
*Bir türbeye gidip dua ederler, Tanrı'nın hikmetiyle bu kez de kızın gözleri açılır.
*Gazino patronu kavuştukları için öfkeden çıldırır ve oğlanı kurşuna dizdirir.
*Onlarca kurşun yiyen oğlan ölmez ama hafızasını yitirir.
*Kıza, oğlanın öldüğü söylenir. Gazinocular kralı kızı sahneye çıkartır.
*Oğlan, kızı dinlemeye geldiği gece hafızası yerine gelir ve yine kavuşurlar.
*Tam evlenecekleri gün kızın babası nikâh salonuna çıkagelir. Kardeş olduklarını ve evlenemeyeceklerini söyler.
*Bunun da yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıkınca anlaşılır ki nikâh memuru kılık değiştirmiş; kızın düğünde terk ettiği zengin kötü adamdır.
*Tam onları öldürecekken, oğlan silah alır ve onu öldürür. Hapse düşer.
*Kız onu yıllarca bekler.
*İhtiyarlamış olarak yine aşklarını simgeleyen ağacın altında kavuşur, birbirlerinin yanında can verirler.
*Öbür dünyada beyazlar içinde birbirlerine kavuşurlar.
Filmin en komik sahnelerinden biri: Pavyona düşüş

Bizler yukarıda sıraladığım olaylardan biri üzerine kurulmuş filmleri bile izlerken gülünç bulup, alay ederken bu filmde hepsinin birbiri ardında sıralanmasının ne derece bir komedi olduğunu tasavvur edebiliyor musunuz?

Ben izlerken gurur duydum. 1989'da çekilen bu olgunlukta eleştirel bir filmi, bugün 2010'lu yıllarda bile çekemiyoruz. Hollywood yapımı filmleri ağzımız açık izliyoruz. Kendi sinemamızdan çok koptuk. Bence bu tür filmlerin daha çok tanınmaya, tanıtılmaya ihtiyacı var. İzlemenizi hararetle salık veririm efendim. Beğeneceksiniz.

16 Mart 2013 Cumartesi

Girizgâh

Güncel ya da tarihî olaylar üzerine düşündüklerimi, aklıma takılanları, takdir ettiklerimi, onaylamadıklarımı; kısacası her şeyi burada yazıya dökeceğim.

Saygı sınırlarını aşmamak temel ilkemdir.

Tüm yazdıklarım, kişisel değerlendirmelerimdir.

Vakit ayırdığınız için teşekkürler.