18 Temmuz 2014 Cuma

Don Quijote - [Cervantes]

İki ciltlik Don Quijote
Kalkıp da size Cervantes’in Don Quijote’sinin, nam-ı diğer Don Kişot’unun özetini anlatmayacağım burada. Yüzyıllardır yeterince özeti yapılmıştır sanırım. La Mancha’lı Don Quijote’nin serüvenlerini ilkokulda bile okutuyorlar.


İnanması güç ama dünyanın ilk gerçek romanı olarak kabul edilen Don Quijote’nin İspanyolca aslından tam Türkçe çevirisi bundan yalnızca birkaç yıl önce yapılmış. Bugüne dek yapılanlar ya Fransızcadan ya İngilizceden yapılmış. İspanyolcada yetkin bir çevirmen çıkarmamız için bu kadar beklemek zorunda kalmışız. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve Kâzım Taşkent Klasikler Dizisi’ne dâhil edilen Don Quijote’nin çevirmenliğini Roza Hakmen üstlenmiş. Bir söyleşisini okumuştum. Çok eğlendiğini söylemiş çevirirken. Kim inanmaz ki buna? Don Quijote yazılmış en eğlenceli kitaplardan biridir. Ses yok, görüntü yok, jest ve mimikler yok. Sadece kelimelerle okuru güldürmek ne çetin bir iştir, hiç düşündünüz mü? Üstelik bunu yüzyıllardır, her dilde başarıyor Cervantes. O benim için, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından.


Özel kutusu içinde iki ayrı cilt olarak piyasa sürülen Don Quijote’nin baskı kalitesi uzaktan bile kendisini belli ediyor. Fiyatı 50 TL olarak belirlenmiş ama İnternet üzerinden çok daha ucuza temin edebiliyorsunuz. Redaktörlüğünü bir diğer ünlü edebiyatçı Mînâ Urgan yapmış.


Kitabı çok sevdiğimi söylemiştim. Peki ama kusursuz bir kitap mıydı? Kuşkusuz sıkıldığım bölümler, beni esneten, uykumu getiren, ayrıntılara boğulduğum sayfalar oldu. Ama kitabın geneli o kadar akıcı ve eğlenceliydi ki, gizli bir denge kurulmuştu sanki.


İlk kitap yani birinci cilt, yazıldığı dönemde de öylesine sevilip okunmuş ki, derhâl taklitleri çıkmış. Hatta biri, Don Quijote karakterini kullanıp yeni bir kitap bile yazmış. Nitekim ikinci cilt, kitabın asıl yazarı Cervantes’in öfke dolu girizgâhıyla başlıyor. Karakterin asıl yaratıcısı Cervantes, Don Quijote’yi ikinci cildin sonunda öldürüyor ki, bir daha hortlatılıp yeni kitaplara konu olmasın…


Kitap boyunca Türklere, Türklüğe, Osmanlı’ya ve Müslümanlara yönelik sayısız gönderme var. Biraz da Engizisyon’a yaranmak ve yayınlanma izni alabilmek için olsa gerek, fazlasıyla ırkçı söylemlere rastlanabiliyor kitapta. Bunun bir diğer nedeni belki de Cervantes’in kitabı yazmadan önce İnebahtı Savaşı’na katılması ve bu savaşta sol elini yitirmesidir.


Beni böylesine derinden etkileyen çok az kitap vardır. Son sayfasını okuyup, kitabın kapağını kapattığımda içimde duyduğum burukluğu tarif edemem. Bittiği için mi beni böylesine çarptı; yoka yaklaşık 1000 sayfa boyunca serüvenlerini okuduğum Don Quijote’yi son nefesini verirken gördüğüm için mi bilemiyorum…


Don Quijote’yi ikinci sınıf yayınevlerinden, acemi çevirmenlerin çevirilerinden sakın okumayın. Paranıza kıyın ve bu baskıyı alın. Defalarca filme alınan ve her kitaplıkta bulunması gereken bir başyapıt...

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Sineklerin Tanrısı - [William Golding]

Kitap kapağı
Sineklerin Tanrısı, bir arkadaşımın önerisi üzerine satın aldığım bir kitaptı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan kitabı "Modern Klasikler" dizisine dâhil etmişler. Bu merakımı daha da artırdı. Esaslı bir kitapla karşı karşıya olduğuma emin oldum.

Kitabın konusu kısaca şöyle: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra belirsiz bir tarihte nükleer bir dünya savaşı yaşanmaktadır. Uçakla güvenli bir yere nakledilmek istenen 6-12 yaşları arasında bir grup çocuk, uçağın okyanus ortasında ıssız bir adada düşmesi sonucu burada mahsur kalırlar.

Birbiriyle ilk karşılaşan çocuklar Ralph ve Domuzcuk lakaplı oğlandır. Domuzcuk suyun içinde bir denizminaresi bulmuş, Ralph bunu bir borazan gibi çalarak adada mahsur kalmış başka çocuklarla buluşmuştur. Sesi duyan tüm çocuklar gelince, baştan beri birleştirici bir rol oynayan Ralph'i, oybirliğiyle topluluğun önderi olarak seçerler. Çocuklar yine oybirliğiyle adayı daha yaşanır bir yer hâline getirmek için kararlar alır, kurallar koyar, görev bölümü yaparlar.


Adayı ilk kez keşfe çıktıkları zaman, adanın büyük bölümünü yalayıp yutan bir yangın çıkmasına neden olurlar. Ucuz atlattıkları bu kazadan sonra adada sürekli bir ateş yakarak dumanıyla kendilerini geçen gemilere fark ettirme fikri doğar. Ateşi canlı tutma görevi, av görevini de üstlenen Jack ve grubuna verilir. Daha ilk günlerde, nöbetçilerin uyuyakalması ve ateşin sönmesi nedeniyle yakından geçen bir gemiyi ve kurtulma fırsatını kaçırırlar. Bu noktadan sonra ipler gerilir ve Ralph ile Jack arasında gözle görülür bir zıtlaşma başlar.

Avcılığa önem veren ve kurtulmayı umursamıyormuş gibi görünen Jack'in tutumu gün geçtikçe hırçınlaşır, sertleşir. Öldürmekten âdeta zevk almaya başlar. Bu sırada adada bir canavar korkusu baş gösterir. Bir gün adaya paraşütle bir asker düşer ve ölür. Karanlıkta bunu gören çocuklar onun canavar olduğunu düşünerek iyice korkar ve varlığından emin olurlar.

Bundan sonra Ralph ve Jack arasındaki bağlar tamamen kopacaktır. Baştan beri Ralph'in önderliğini kabullenmeyen Jack, çocukların en zalimi olan Roger ve bir başka çocuk gruptan ayrılır. Adanın bir diğer köşesine giderek kendilerine yeni bir düzen kurarlar. Avcılıktan anlayan onlar olduğu için birkaç çocuğu daha et vaadiyle kendi taraflarına çekmeyi başarırlar.

Artık adada, küçücük çocuklar arasında vahşice bir mücadele başlamıştır. Birinde ateş yakmalarına yardımcı olan gözlük camı, diğerlerinde avcılık kabiliyeti vardır. Jack ve grubu, ateşe sahip olabilmek için işi gece baskınlarına kadar götürürler. Domuzcuk'un çalınan gözlüğünü geri istemek için Ralph, Domuzcuk ve ikiz çocuklar Jack'in bölgesine gider. Bu yüzleşmede kavga ve kin ayyuka çıkar. İkizler rehin alınır; Roger, tepenin başındaki kayayı yuvarlayarak Domuzcuk'u öldürür. Ralph güç bela kaçar.

Bütün geceyi Jack ve vahşi çetesinden kaçıp saklanmakla geçiren Ralph, adadaki ateşleri görerek adaya yanaşan donanma askerlerini görür ve gözyaşları içinde onlara sığınır. Hemen ardından diğer çocuklar da gelir ve onlar da ağlamaya başlarlar.

Sineklerin Tanrısı, dışarıdan bakıldığında ilkokulda okuduğumuz Issız Ada, Mercan Adası gibi kitapları anımsatsa da daha derin bir kitap. Yazarın ağır bir alegori kullandığı öyküde her karakter, her nesne aslında daha farklı bir fikri simgeliyor.

Okur, ilk olarak Ralph ve Domuzcuk lakaplı çocukla tanışır. Domuzcuk'un gerçek adı hiçbir zaman açıklanmaz. Şivesinden, toplumun aşağı bir sınıfından geldiği belli olmaktadır. Şişmandır, hantaldır, gözleri iyi görmez; ancak zekidir. Ralph her ne kadar onunla alay etse de, bir noktada onun zekâsının farkına varır ve kabullenir onun kadar zeki olmadığını.

Ralph, uzlaştırmacı kişiliğiyle, demokrasiyle olan inancıyla öne çıkar. Ama tüm seçilmişler gibi o da seçilmiş olduğunu sık sık vurgular, arkasında seçmenin desteği olduğunu vurgular. Ama yine de Jack'in darbesine engel olamaz. İlk domuz öldürme fırsatını elini geçirdiğinde öldürmenin tüm ağırlığını üzerinde hisseder ve zorlanır. Ama bir kez öldürdü mü, artık acımasızlığının önünde kimse duramaz. Son büyük kavgada, yanına aldığı çocuklarla birlikte Ralph'i öldürmek için seferber olur. Domuz avlarken bile fena olan bir çocuğun, güç ve egemenliği ele geçirmek için nasıl insan öldürmenin eşiğine geldiğini hayretle okuruz.

Roger ise doğuştan kötü, acımasız, sadist eğilimleri olan bir kişiliğe sahiptir. Kitap boyunca yaptığı her eylemde başkalarına zarar verme güdüsü görülmektedir. Nitekim Roger, tepenin başından koca bir kaya parçasını aşağı yuvarlayarak Domuzcuk'u öldürür.

Çocuklar adaya ilk düştükleri zaman burayı daha yaşanır bir yere çevirmek için oldukça heveslidir. İngiliz olduklarını, sahip oldukları uygarlığı burada da canlandırabileceklerini düşünürler. Ama hayvanî ve kötücül içgüdüler yaşa, zamana ve mekâna bakmaksızın ağır basar. Yönetimi ele geçirmek için 12 yaşındaki çocuklar bile masumiyetlerini yitirir, birer canavara dönüşür. Donanma mensupları adaya geldiğinde tüm çocukların gözyaşlarına boğulması da manidardır. Ne yaptık, ne oldu bize böyle diye mi düşünmüşlerdir acaba?

Başları hafiften sıkıcı olsa da, sonlara doğru iyice sardı kitap beni. Bir solukta okudum ve gerçekten de "Modern Klasikler"den sayılmasına hak verdim. Mutlaka okumanızı öneririm.

6 Temmuz 2014 Pazar

Hasret - [Canan Tan]

Kitap kapağı
Kitap okumak yaşamımın vazgeçilmez bir parçası. Her fırsatta kitap okur, mümkün olan her yer ve zamanda kitap satın alırım. Canan Tan'ın Hasret kitabını da 2013 yılında TÜYAP kitap fuarı bahanesiyle aldım.

Yazarın imza günü vardı ve kuyruk epeyce kalabalıktı. Daha önce hiç okumadığım Canan Tan'ın kitaplarını kitabevlerinin çoksatanlar listelerinde sık sık görürdüm. Sevilen bir yazar olduğu kuyruğun uzunluğundan da belliydi.

Kitabı aldığım gibi sıraya girdim. Kitabımı imzalatmak için yanına yaklaştım. Kendiliğinden çok tatlı bir sohbet gelişti aramızda. İlk izlenim çok olumlu oldu yani. Fakat yine de Canan Tan'ın Hasret'ini elime almam için uzunca bir zaman geçmesi gerekti aradan. Günlük meşgaleler, daha öncelikli kitaplar derken, erteledim de erteledim...

En sonunda bir Ramazan günü, kitaplığım karşısına geçip başladım kitaplarımı karıştırmaya. Yazarından imzalı bu kitabı görünce heyecanlandım. Bunca zaman savsakladığım için kızdım kendime. Başladım okumaya...

Hasret, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Kırıkkale'nin Keskin ilçesinde yaşayan ve birbirine sevdalanan bir Türk genciyle Rum kızının hikâyesini anlatıyor. Gerçek bir hikâyeden esinlenmiş. Kırıkkale gibi, bugün varlığını bile unuttuğumuz küçük bir Anadolu kentinde geçmişte çok farklı Anadolu halklarının birarada yaşadığını, buralardan böyle hikâyeler çıktığını görmek şaşırtıcı.

Tacettin ve Patricia'nın aşkı, biraz da Patricia'nın annesi Omorfia'nın göz yummasıyla büyüyor. Delice sevdiği kocasını genç yaşta yitiren meyhaneci Omorfia, aşka saygılı bir kadın. Ama aynı şeyi Tacettin'in annesi Fatiş Hatun için söylemek güç.

Keskin'in en köklü ailelerinden birinin küçük oğlu olan Tacettin, Rum kızı Patricia'yı ailesine kabul ettiremediği için onunla Omorfia'nın bağevinde buluşur uzun süre. Bir ayağı kendi evinde, bir ayağı orada aylar geçirirler. Sonunda bir gün Patricia'dan haber gelir: gebedir.

Patricia, Tacettin'in oğlu Ali'yi dünyaya getirdikten sonra bile Fatiş Hatun'dan kabul görmez. İki arada bir derede kalan Tacettin bir çözüm ararken olmadık olaylar yaşanmaktadır ülkede. Savaşın başlamasıyla her şey birbirine girer. Yunanların İzmir'i işgâl etmesiyle barış içinde bir kasaba olan Keskin'de bile yüzyıllardır iç içe yaşayan Türkler ve gayrimüslimler arasında sürtüşmeler başlar. Tacettin'in can dostu Ermeni Artin ve ailesi varı yoğu satıp İstanbul'a göçer.

Savaş bitmiş, Cumhuriyet kurulmuştur artık. Ama halk içinde nifak tohumları baş vermiştir bir kez. Devletlerarası anlaşma gereğince Türkiye'deki Rumlar Yunanistan'a; Yunanistan'daki Türkler de Anadolu'ya gönderilecek; yani bir nüfus mübadelesi yapılacaktır. Tacettin'in bir diğer can dostu Aris gider ilk kafilelerden biriyle. Elbette Patricia ve ailesi de kaçamayacaktır bu acı yazgıdan.

Apar topar gönderilen kafilelerden biriyle yola çıkar Patricia ve ailesi. Aralarında nikâh olmadığı için çocuğuyla birlikte gönderilir. Küçük Ali'nin Tacettin'in oğlu olduğunu gösterecek hiçbir belge yoktur. Tacettin, sonradan öğrenir Patricia ve Ali'nin gönderildiğini. Kahrolur, ama yapacak bir şey yoktur. Gidenlerin ardından enkaza döner, ruh gibi yaşar Tacettin. Özlemleriyle yanar tutuşur yıllarca.

Bu sırada, kitabın ikinci bölümünde, çok zor yıllar geçirmektedir Patricia, Omorfia ve Ali. Selânik'e gönderilmişlerdir ama kendilerine atanan evin sahibi Türk ailesi henüz yola çıkmamıştır. Belirsiz bir süre sonunda, Anadolu'nun kim bilir hangi köyüne savrulacak bu fırıncı ailesiyle aynı çatı altında yaşarlar haftalarca.

Tacettin acılar ve özlem içinde yıllar geçirmiştir. Bu sırada Patricia ve Ali'nin ne yaptığını bilmiyoruz. Cumhuriyet artık iyice güçlenmiş, Anadolu'nun her köşesi gibi Keskin'e de devlet memurları atanmaktadır. Bu memurlardan biri, Binbaşı İhsan Bey, Tacettin'e ayrılan konağı kiralar. Aralarındaki dostluk, İhsan Bey'in kızı Behire'yle Tacettin'in evliliğine doğru yol alır. Çoluk çocuk sahibi olurlar. Delicesine sevmese de, Tacettin sahiplenmiş, benimsemiştir Behire'yi.

Üçüncü bölüm ise Atina'da bir hastanede başlıyor. İkinci Dünya Savaşı ve iç savaşla yaralanan Yunanistan'da bir hastane odasında Tacettin'in eski dostu Aris, yan yatağında yatan genç bir oğlan görür. Dikkatli bakınca gençlik arkadaşı Tacettin'i görür gibi olur. Adının Andoni olduğunu söyleyen bu genç yaralı askerle konuşunca  hiçbir kuşkusu kalmaz. Tacettin'in oğlu Ali'dir bu. Ona İstanbul'da bir adres verir. Genç çocuk elbette gidecektir.

İstanbul'da bir kiliseden başlayan iz sürme süreci Keskin'de, Andoni'nin Tacettin'le yüzleşmesi ve baba oğulun özlemle kucaklaşıp tanışmalarıyla son bulur.

Yakın tarihimizin en acı olaylarından biri olan ve yaşayan belleklerde çok azı izler bırakan bu mübadele süreci benim de çok ilgimi çeken bir konudur. Canan Tan da, çok güzel bir anlatımla kitabında işlemiş bunu. İlk bölümde muhteşem bir giriş yapmış, ikinci bölümde Tacettin'in derbederlikten evliliğe giden yaşamı anlatılırken Selânik'te yaşam mücadelesi veren Patricia ve Ali'nin sözünün bile edilmemesi beni düşkırıklığına uğrattı. Tacettin'i okumaktansa onların yaşama nasıl tutunduğunu okumayı yeğlerdim.

Üçüncü bölümse kitabın en aceleye gelen kısmıydı sanırım. Ben daha ne olduğunu anlamadan baba oğul buluşuverdi. Belki de kitap bu noktaya kadar zaten belli bir hacme ulaştığı için yazar apar topar bitirme gereği duydu kitabı. Bilemiyorum. Buraya kadar ağır ağır pişen, adım adım ilerleyen olayların böylesine çabuk çözülüvermesi kitabın temposunu alt üst etti.

Kitabın anlatımı ve konusu çok iyi. Hakkını yemeyelim ama yer yer rahatsızlık veren yönleri de yok değildi. Kitapta halkların kardeşçe yaşadığı ama bir gün bunun bozulduğu anlatılıyor. Bu konuda sıradan halkın suçsuz olduğu gerçeğini yansıtmaya çalışmış Canan Tan. Ama bunu yaparken dostluk, kardeşlik haykırışlarını biraz abartmış. Anlattıkları zaten 1920'lerin Keskin'inde bir kardeşlik, dostluk ortamının yaşandığını gösteriyor. Defalarca, dostluk vardı, komşuluk vardı, komşular birbirine düşman oldu, ah, vah, tüh demek yazarı hikâyenin içine çok fazla sokmuş. Yazarın bir adım daha geride olmasını yeğlerdim.

Doğan Kitap'tan çıkan kitabın ilk basımı 100 bin adet yapılmış. Bağcılar'da basılmış. Kapak tasarımı Yavuz Korkut imzalı. Siyah ve gümüşî renklerin kullanıldığı kapak üzerinde kabartma yazılar ve yapraksız bir ağaç figürü var. Kitap 350 sayfa.