20 Ocak 2022 Perşembe

Smeg kullanıcı yorumu



Smeg'in genel marka simgesi

Smeg markasını bilenler bilir. Küçük ev aletleri ve beyaz eşya üreten bir İtalyan markası. Özellikle retro tasarımlarıyla eski zaman âşıklarının gönlünü çeliyor.

Bilmeyenler için markayı kısaca tanıtalım. Smeg 1948 yılında Vittoria Bertozzoni tarafından İtalya'nın Emilya-Romanya bölgesinde bulunan Guastalla kasabasında bir emaye ve metal işleme atölyesi olarak kurulmuş. Smeg adı da aslında bir kısaltma. Smalterie Metallurgiche Emiliane Guastalla'nın baş harflerinden oluşuyor. 

Ürünler üzerinde kullanılan simge
Marka zaman içinde ev aletleri üretimine de başlamış ve bugün bile bizi kendine hayran bırakan hoş tasarımlarıyla ve ilk kendinden ateşlemeli ocak gibi ileri teknoloji ürünleriyle dikkat çekip tanınmış. 

İnternet sayfalarında "tasarım" olgusunun kendileri için en öncelikli şey olduğunu söyleyen Smeg, yıllar boyunca bu iddiasını kanıtlar nitelikte ürünler üretmeyi sürdürmüş. 2007 yılına gelindiğinde ürettikleri eski modellerinden esinlenerek retro tasarımlı simgesel buzdolaplarını piyasa sürmüş. 

Retro tasarımlı buzdolapları ilgi görünce önce farklı renkleri üretilmiş; sonrasındaysa aynı tasarımla su ısıtıcı, ekmek kızartıcı, kahve makinesi, mutfak robotu gibi ürünler de piyasaya sürülmüş. 

Kullanıcı olarak yorumlarım


Ben de görünümlerine aşık olduğum bu ürünlere daha fazla dayanamadım ve piyasadaki daha mütevazi benzerlerine göre beş-on kat daha pahalı olan su ısıtıcısıyla filtre kahve makinesini satın aldım.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki muhteşem görünen bu ürünlerin dışını emaye kaplı metal sanıyordum fakat dış kaplama plastik. İlk düş kırıklığım bu oldu. 

Su ısıtıcı


Su ısıtıcıların iki çeşiti bulunuyor. Su sıcaklığı göstergesi olanlar ve olmayanlar. Su kaynarken 50-60-70-8-90-95 ve 100 dereceyi gösteren ışıklı göstergeler var. Örneğin bitki çayınız için 90 derecelik bir suya gereksinim duyuyorsanız suyunuzu bu kadar ısıtabilirsiniz. Su istediğiniz sıcaklığa ulaştığında sesli ikaz vererek sizi uyarıyor. Kapağı, üzerine bastığınızda kendiliğinden açılacak biçimde yaylı bir düzenekle donatılmış. Ancak zaman geçtikçe yaylı düzenek ara sıra tutukluk yapmaya başladı. Su ısıtma süresiyle ilgili eski ısıtıcımdan bir farkını göremedim. Eski ısıtıcıma göre sıcaklık göstergesi ve sesli uyarı özelliği olması nedeniyle su ısıtıcımdan çok çok memnun olduğumu söyleyebilirim. Yinelemekte hiçbir beis görmüyorum: Tasarımına zaten ba-yı-lı-yo-rum.

Filtre kahve makinesi


Daha önce yine bir İtalyan markası olan DeLonghi'nin mütevazi bir filtre kahve makinesini kullanıyordum. Kullanımı gayet basit, işini gerektiği gibi yapan fiyat-performans dengesi açısından çok memnun kaldığım bir üründü. 

Fakat dediğim gibi, Smeg tasarımı gönlümü çeldi ve kahve makinemi de işleyişinde hiçbir sorun olmamasına karşın Smeg ile değiştirmeye karar verdim. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Pişmanım, değmezmiş. 

180 avro gibi bir fiyatı vardı ve 1800₺ gibi bir fiyata gelmişti. Türk lirasının son dönemde yaşadığı kur dalgalanması nedeniyle şu an için TL bazında fiyatlar uçmuş durumda. Bu yazının yazıldığı 2022 ocak ayında aynı makinenin Türkiye satış fiyatı 4890₺. 

Şu anki fiyatlarla almayı düşünenler varsa bu satırları okuduktan sonra karar versinler. Öncelikle şunu söyleyeyim ki filtre kahve makinelerinin işleyiş mantığı tüm markalarda aynı. 200₺'lik Sinbo marka makine de 5000₺'lik Smeg de aynı mantıkla yani su haznesindeki suyu yavaş yavaş çekip kahve haznesindeki toz kahvenin üzerine damlatmak suretiyle çalışıyor. 

Eski makinemde olmayıp Smeg'te olan tek özellik, ileri bir saatte hazır olması için kahve demleme zamanlayıcısının olması. Bu özellik elbette Smeg'e özgü değil. Çok daha uygun fiyatlara satılan markalarda da bu özellik artık sıkça kullanılıyor. Akşamdan kahvenizi ve suyu ilgili haznelere koyup, kahvenizin hazır olmasını istediğiniz saati kuruyorsunuz ve o saatte mis gibi kahve kokularının ardından sesli bir uyarıyla makineniz size kahvenizin hazır olduğunu haber veriyor. 


Gelelim kahveseverlerin en çok ilgilendiği özelliklere... Sıcak tutma özelliği konusunda eski makineme göre hem iyi hem kötü diyebilirim. Kahve ilk demlendiğinde kupaya alırsanız epey soğuk oluyor. Ben kahveyi sıcak sevdiğimden bir 10-15 dakika bekliyorum. O zaman kendim için ideal sıcaklıkta oluyor. Eski makinem 30 dakikaya kadar sıcak tutma özelliğine sahipken Smeg'te bu süre 60 dakika. Elbette 60 dakika bekleyen bir kahve artık bayatlamaya başlamış oluyor ama yine de 60 dakika iddialı bir süre.

Eski makinemin cam karafını sorunsuzca bulaşık makinesinde yıkayabiliyordum fakat Smeg'in kullanım kılavuzunda karafın makineye atılmaması gerektiği yazıyor. Bu da kullanıcı için epey can sıkıcı. Her defasında elde yıkamak fazladan zaman kaybına neden oluyor. DeLonghi makinemin karafının kapağı gövdeyle bağlantılıydı ve ayrılmıyordu. Smeg'in karafının kapağıysa tümüyle çıkabiliyor. Neyse ki bu yıkamayı bir nebze olsun kolaylaştırıyor. Ama karafın tutacağı nedense hiç sağlammış bir izlenimi bırakmıyor. Umarım kulbu bir gün elimde kalmaz. Fiyatı böyle olan bir makinenin karafını almaya kalktığımda ne kadar öderim tahmin dahi edemiyorum. 

Başka Smeg alır mıyım?


Buzdolabı, bulaşık makinesi, ocak gibi büyük ev eşyalarını almayı bir kere fiyatı nedeniyle hayal bile etmiyorum. Fakat mutfak robotu, espresso makinesi ve ekmek kızartma makinesini almalı mıyım diye hâlâ düşünüyorum. Öncelikle teknoloji ve performans açısından muadillerinden hiçbir farkı yok. Fakat fiyatlar??? Açıkçası bu fiyatlar karşısında insan teknoloji bakımından da harikalar yaratılmasını beklemiyor değil. Evet tasarım önemlidir ve tasarım için bir ürüne daha fazla para ödenebilir. Ancak sanıyorum ki ekonominin böylesine kırılgan olduğu bir dönemde değil... Evdeki emektar küçük ev aletleriyle bir süre daha idare edebileceğimi düşünüyorum! Ama kur düşer ve fiyatlar aşağı inerse ilk işim Smeg'ten bir tezgâhüstü mutfak robotu almak olacak!




Kolombiyalı kahve devi Juan Valdez Türkiye'de


Juan Valdez'in marka simgesi

Kolombiya'nın ünlü kahve dükkânı zinciri Juan Valdez'in 2022'de Türkiye pazarına da gireceğini gazeteler yazmadan çok önce duymuştum. Yumuşak içimli ve hoş aromalı Kolombiya kahvesini bizzat yerinde tadan biri olarak bu haber bende büyük heyecan uyandırdı takdir edersiniz ki...

Gazete haberlerine bakılırsa ilk şubelerini 14 Şubat 2022'ye yani sevgililer gününe yetiştirmeye çalışıyorlarmış. Ünlü kahve zinciri Türkiye'ye çoğu benzer marka gibi yatırımcı bir aracı firmayla giriyor. Juan Valdez Café'yi Türkiye'ye getiren şirket daha önce de çok ünlü bir başka uluslararası kahve zincirini Türkiye pazarına getirmiş, deneyimli bir firma. 

Duyumlarıma göre ilk şubelerini İstanbul Harbiye'de açacaklarmış ve kısa vadede 100 şubeye ulaşmayı amaçlıyorlarmış. Benzer uluslararası markalara göre daha uygun ve erişilebilir bir fiyatlandırma politikası benimseyeceklermiş. Bakalım yalnızca %100 Kolombiya kahvelerini kulanan Juan Valdez, Türk kahveseverleri gönlüne girebilmeyi başaracak mı...

Yazıya devam etmeden önce şunu belirtelim ki markanın adı Juan Valdez, İspanyolcada "Huan Valdes" biçiminde telaffuz ediliyor. Türk tüketiciye yabancı olan bu telaffuzu benimsetmeye mi çalışacaklar; yoksa pazarlama stratejisinde kolaya kaçıp j ya da c ile mi telaffuz edecekler, markanın reklamları dönmeye başladığında göreceğiz. 

Kolombiya kahvesi

 
Yeryüzünde kahve yalnızca oğlak ve yengeç dönenceleri arasında kalan bölgelerde yetişmektedir. Güney Amerika, Afrika ve Güneydoğu Asya ülkelerini kapsayan bu bölge Kahve Kuşağı (İngilizce: Coffee belt) adıyla bilinir. Her bir kıtada pek çok ülkede kahve yetiştirilmesine karşın, bunların pek azı ticari olarak markalaşmayı başarabilmiştir. Kolombiya kahvesi bunlardan biridir. 

Sömürge dönemi Kolombiya'sında ilk kahve üretim denemeleri 1800'lerin başında başlamıştır. Bilinen ilk hasat, 1808'de 60 çuvallık rekolteyle piyasaya sürülmüştür. Kahve ölçü birimi tüm dünyada çuval (İngilizce: Coffee bag) olarak kabul edilmiştir ve standart bir çuval 60 kg kapasitelidir. Kolombiya bugün 11.5 milyon çuvalla dünyanın en büyük üçüncü kahve üreticisi konumundadır. 

Kolombiya kahvesi, kahve değerlendirmelerinde çoğunlukla dengeli ve yumuşak içimli olarak sınıflandırılmaktadır. Tür olarak Arabica kahve sınıfına girmektedir. 

1950'lere değin dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Kolombiya kahvesi de harman (blend) kahveleri oluşturmak için kullanılıyordu. Yani, dünyaca ünlü, markalaşmış ve çok daha yüksek fiyatlara satılan kahve türleriyle karıştırılarak paketleniyor; daha ünlü kahvenin adıyla pazarlanıyordu. İşte Juan Valdez markası, Kolombiyalı kahve üreticilerinin bu duruma bir dur demek ve kendi kahvelerine dünyada hak ettiği değeri vermek için harekete geçmesiyle doğdu.



Kolombiya kahvesinin simgesi eşekli adam


Kolombiya'da geçimini kahve yetiştiriciliğinden sağlayan yüzbinlerce aile bulunmaktadır. İrili ufaklı bu yetiştiriciler, biraraya gelerek oluşturdukları kooperatifler sayesinde yetiştirdikleri ürün üzerinde söz sahibi olabilmeyi başarmıştır. 1927'de kurulan Kolombiya Ulusal Kahve Yetiştiricileri Birliği (İspanyolca: Federación Nacional de Cafeteros de Colombia ya da kısaca Fedecafé) Kolombiya kahvesinin de markalaşabilmesi için bir simge belirlemeye karar vermiş ve 1957'de dünyanın önde gelen pazarlama ve iletişim şirketlerinden biri olan DDB'ye meşhur Juan Valdez simgesini tasarlatmıştır. 

Arka planda And Dağları, başında geleneksel şapkası, bıyığı, heybesi ve Conchita adlı eşeğiyle gerçek Kolombiya köylüsünü betimleyen Juan Valdez figürü çabucak benimsenmiş. Juan Valdez adının herhangi bir özelliği ya da özgünlüğü yok ve bu adın seçiminde temel etken de bu. Erkek adı olan Juan ve bir soyadı olan Valdez; Kolombiya'nın en çok kullanılan adları. Yani bizdeki Mehmet Yılmaz gibi, belki de onbinlerce kişinin paylaştığı bir ad. 

Çok sevilen bu Juan Valdez figürü bu tarihten sonra harman olmayan ve %100 Kolombiya kahvesinden oluşan tüm paketlerin üzerine basılmaya başlanmış. Artık markalaşmak ve dünya pazarına katma değerli ürünler sürmek isteyen Kolombiyalı kahve yetiştiricileri, 60'lı ve 70'li yıllarda Juan Valdez'i çatı marka olarak kullanıp İspanya ve Arjantin'de mağazalar açarak ürünlerini yurtdışında satma girişimlerinde bulunmuşlardır. 

Juan Valdez'in dünyaya yayılması



Yurtdışına açılma girişimleri açılan mağazaların 1985 yılında kapanmasıyla bir süre sekteye uğrasa da 2000'li yıllarda kahve fiyatlarının düşmesiyle tüm dünyada kahve dükkânları birden yaygınlaşmaya başlamıştır. Juan Valdez de bu uygun ortamdan yararlanmış ve 2002'de dünyayı saran diğer rakip zincir kahve dükkânları gibi bir büyüme atağına başlamıştır. Juan Valdez'i ürettikleri kahveye ek olarak aynı zamanda açtıkları kahve dükkânlarına ad olarak seçmişler, ilk şubelerini Kolombiya'nın başkenti Bogota'da açmışlardır. Bunu ülkenin diğer büyük kentleri Medellin ve Cali izlemiş sonrasında ilk yurtdışı kahve dükkânı Amerika Birleşik Devletleri'nde açılmıştır.

2022 yılı itibarıyla Juan Valdez Café zinciri dünyada Paraguay, Şili, Kosta Rika, Aruba, Ekvador, El Salvador, Panama, İspanya, Kuveyt, Bolivya, Peru, Malezya ve ABD gibi ülkelerde faaliyet göstermektedir. 

Juan Valdez felsefesi


Juan Valdez'in doğuşunda aslında ulusal bir bilinç yatıyor. Kolombiya dünyanın en büyük kahve üreticilerinden biriyken, kahve sektöründe esamesinin okunmaması Kolombiyalı üretici birliklerini harekete geçirmiş ve Juan Valdez markası doğmuştur. 

Bugün Juan Valdez, Kolombiya kahvesinin dünyadaki tek yetkili satıcısı ve pazarlayıcısıdır. Günümüzde Kolombiya'da irili ufaklı 540 binden fazla kahve yetiştiricisi aile Juan Valdez'e kahve tedarik etmektedir. Juan Valdez, üreticiyi korumayı ve yaşam ölçütlerini iyileştirmeyi hedefleyen, sürdürülebilirlik ve doğayı koruma temelli bir anlayışla faaliyet gösteren bir üretici birliği olarak varlığını sürdürmektedir. 

Ürün çeşitliliği


Henüz Türkiye'de hangi ürünleri piyasaya sürecekleri belli olmasa da Juan Valdez'in Kolombiya'daki dükkânlarında çok çeşitli sıcak ve soğuk kahveler ile kahve bazlı içecekler satılmaktadır. Aynı zamanda çözünür kahveler, paketlenmiş öğütülmüş ve çekirdek kahveler, tatlı ve tuzlu hamur işleri, kahve bardak ve termosları, kahve hazırlama araç-gereçleri de Juan Valdez mağazalarında müşterilerle buluşmaktadır. 

2018'de Kolombiya'nın başkenti Bogota'ya gerçekleştirdiğim yolculukta Juan Valdez'le ben de tanışmış ve ürünlerini, dükkân konseptini oldukça beğenmiştim. Bakalım 
 



8 Haziran 2020 Pazartesi

Gülün Adı - [Umberto Eco]

Gülün Adı - Can Yayınları
Bizde hiçbir zaman aşılamayan bir huydur Batılı eleştirmenlerin sözlerini birebir çevirerek Batılı kitapları değerlendirmek. Biri çıkar kitap çevirir gibi, bir eleştirmenin yorumunu Türkçeye çevirip kendi sözleri, gözlemleri, düşünceleriymiş gibi sunar. Ekseriyetle, bu değerlendirme olumlu olur, çünkü kötü kitabı hangi yayınevi Türkçeye çevirtip basar ki?

Sonrakiler de üstüne yeni hiçbir şey eklemeden, ama sanki yepyeni bir şey söylüyormuş gibi, anlamı değil ama sözcükleri değiştirerek (o da çalıntı sanılmasın diye) aynı fikri evire çevire gevelerler. Gülün Adı için bizde yazılan her yorum işte böyle dışarıdan ithal. Nedenini birazdan daha ayrıntılı açıklayacağım.

Batı kültüründen çıkan ve Batılı eleştirmenlerden tam not alan kitaplar dedim ama biraz da halt ettim. Biz Orhan Pamuk'un bile yorumlamasını, değerlendirilmesini Batılı eleştirmenlerin ağzıyla yaptık. Bizde yazınsal eleştirmenlik kurumunun yok hükmünde olmasının -başarılı hocalarımızı tenzih ederim- doğal bir sonucu.

Gelelim kitabımız Gülün Adı'na. Yukarıda yaptığım uzun giriş, bakalım kendimi daha iyi ifade etmeme yardımcı olacak mı... Gülün Adı, kabaca 1327 yılında İtalya'da bir manastırda geçen bir tarihsel polisiye. Ama romanı anlamak için düz bir okuma asla yeterli değil.

Öncelikle, bu romanın Türk okurunda bir şey ifade etmesinin neden çok güç olduğuna değineyim. Bizler, bir kere Hıristiyanlık hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Manastırda geçen ve tüm kahramanlarını din adamlarının oluşturduğu bir romanı anlamak için her şeyden önce çok sağlam bir Hıristiyanlık genel kültürüne sahip olmak gerekiyor. İnançlı olmasa bile Avrupa eğitim sisteminin mezun ettiği sıradan bir kiş bile bu donanıma otomatikman sahip hâle geliyor. Peki ya biz?

Kitap öylesine dinsel simgelerle ve göstergebilimsel ögelerle dolu ki ortalama bir Türk okurunun bunları tam anlamıyla idrak edebilmesi imkânsız. İncil'i okuduğum ve üniversitede ders olarak aldığım için az çok yapılan atıfları yakalayabildim. Acaba yakalayamadıklarım? Bunların anlaşılabilmesi için kitapta neredeyse hiç dipçe kullanılmadığını da söyleyeyim. Zaten Latince alıntıların Türkçe anlamları için bolca dipçe kullanılmıştı. Anladığım kadarıyla bir de bu tür açıklamalarla kitabı gereksiz yere şişirmek istemediler.

Genel din bilgisini bir yana koyalım. Bu kitabı özümsemek için bir de çok sağlam bir din tarihine de gerek var. Kitabı okurken "bu böyle olmayacak" deyip bir ara vererek, 1300'ler Avrupası'nın tarihini biraz araştırmasam kitabı mümkün değil anlayamazdım. Olayların geçtiği dönemde tam bir kilise ve krallar çatışması yaşanıyor. Kimin kimden yetki alacağı, kimin kime üstün olduğu konusunda bir sürtüşme ortamı yaşanmakta. Aynı zamanda İstanbul merkezli Ortodoks Kilisesi'yle düşmanlık ve görüş ayrılığı en çetin dönemlerini yaşamaktadır. Üstüne üstlük, Katolik Kilisesi, kendi içinde de son derece ciddi kırılmalar yaşamaktadır. Tarikatlararası görüş ayrılıkları nedeniyle taraflar birbirlerini kâfirlikle ve sapkınlıkla suçlamakta, her gün engizisyon yargılamalarıyla insanlar yakılmaktadır.

Papa ile Fransisken tarikatı arasında çatışmaya neden olan itikadî bir konunun çözümü için taraflar, kitabımızın geçtiği Benedikten manastırında buluşmaktadır. Sapkın Dolsinyenler, Bogomiller, Minoritler, Katarosçular ve zihnimizi allak bullak edecek daha neler neler. Aslında, kitaptaki cinayetlerle doğrudan hiçbir bağı olmamasına karşın kitabın belki üç yüz sayfası işte bunlarla dolu. Kitabın girişinde Adso'nun manastırala ilgili yüz sayfalık ilk izlenimlerini ve labirentli kütüphanenin sayfalar dolusu betimlemesini de eklersek; inanın gizem dolu cinayetler bu hacimli kitabın çok az bir yerini tutuyor.

Uğruna birçok kişinin öldüğü bu sır dolu kitap, romanın sonuna kadar ana merak unsuru olmayı sürdürdü. Katilin ya da günah keçisinin Jorge olabileceği az çok belli olmuştu zaten. Ama kitapla ilgili giz açığa çıkınca düşkırıklığına uğramadım desem yalan olur.

"Gülmek dinen caiz midir, değil midir; İsa güler miydi, gülmez miydi?" sorusu uğruna tarikatlaşmaların, hizipleşmelerin yaşandığı bir dönemde işte böylesine saklanan kitap meğerse Aristo'nun "Poetika"sıymış. İçindeki güldürü (komedi) ve kahkahayla ilgili satırlardan dolayı din adamlarında sapkın fikirler yaratabileceği düşünüldüğü için böyle sır gibi saklanmış; sayfalarına zehir sürülmüş, okuyan kişi sayfalarını çevirmek için parmaklarını diliyle/dudağıyla ıslattıkça yavaş yavaş zehirlenerek ölmesi ve bu bilgileri  yayması engellenmek istenmiştir.

"Bu mudur?" dedim kitabı okuyunca. Kendimi bir kez daha, yanıltılmış ve kandırılmış hissettim. Normalde bir kitabın reklamının çok yapılmasına, çok satılmasına, çok okunmasına bakarak asla kitap seçmem. Ama sözkonusu Umberto Eco gibi Ortaçağ tarihi konusunda pîr olmuş biri olunca, bir şans vereyim demiştim. Pişman olduğumu söyleyemem. Kitaba kötü diyemem. Hıristiyanlıkla ilgili yeni şeyler öğrendiğim, unuttuklarımı anımsadığım, bildiklerimi pekiştirdiğim verimli bir okuma oldu her şeye rağmen. Ama bu kadar abartılacak bir yönünü göremedim. Ortalama bir Türk okurun, ölüp bitip, muhteşem bulacağı, kolay anlayabileceği bir kitap değil. Çoğu kitabı, sırf okurlararası bir mahalle baskısıyla okuyoruz ya da yayınevlerinin pazarlama stratejistlerinin dayatmasıyla okuyoruz. İddia ediyorum, Türkiye'de şu kitabı hakkıyla okuyup, anlayıp, değerlendirecek ve kendi sözleriyle yorumlayacak tek adam yok. Benim düşkırıklığına uğrayışım da büyük olasılıkla bilgimin yetersizliğinden.

Yavaş yavaş haddimi aştığımı, sözlerimi ağırlaştırdığımı düşüneceksiniz ama birtakım şeylerin iyileştirilmesi için bunları birilerinin söylemesi gerek. Çevirmen Şadan Karadeniz'i öncelikle böyle bir kitabı sabırla çevirmeyi bıkmadan tamamlayabildiği için kutlamak gerek. Ama Hıristiyanlık terminolojisi konusunda bizzat kendisinin ya da Can Yayınları editörlerinin biraz çalışması gerekiyor. Zaten çok fazla yabancı terimin olduğu bir kitapta, terim Türkçeleştirmelerine biraz daha dikkat edilmeliydi. "Tapınak Şövalyeleri" terimini "Templier Şövalyeleri" diye bırakmak bilinçli bir tercih mi, ufak bir bilgi eksikliği mi bilemeyeceğim ama zaten okurun yabancısı olduğu bir dünyayı, daha da yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramadığı kesin. Ruth > Rut, Paulus > Pavlus, Agar > Hacer, Tecla > Tekla gibi adlar da Türkçe kaynaklara göre yazılabilirdi.

Ayrıca, kendim de öztürkçe sözcük kullanımının yaygınlaşmasını destekleyen biriyim. Gel gelelim, çevirmen Şadan Karadeniz, terim Türkçeleştirmede göstermediği hassasiyeti burada ifrata kaçarak göstermiş. Zaten yabancı adlar ve terimlerle akmaz derecede ağır olan kitabı, tasımlamalarla, yadsımalarla, erkelerle, yetkelerle, tinlerle, betiklerle iyice ağırlaştırmış.

Velhasıl, kitap boş bir kitap değil. Kötü bir kitap değil. Yalnızca, her okur için eşit derecede ilgi çekici ve anlaşılır olduğu söylenemez, hepsi bu. Eğer kitabı okurken sizi sarmadığını hissediyorsanız üzülmeyin. Bunca okurun ya da "sosyal medya kullanıcısının" övgüler düzdüğü bu kitabı anlamıyorsanız hiç mi hiç hayıflanmayın. Çünkü dediğim gibi, engin bir Hıristiyanlık din kültürü, etraflıca bir İncil bilgisi ve derince bir Avrupa tarihi donanımı gerektiriyor. Her nasıl ki, ortalama bir Batılı okur, üzerinde ayrıntılı bir çalışma yapmadıkça bizim edebiyatımızdan çıkacak bir tekke ya da tarikat romanını tüm incelikleriyle anlayamaz; bu roman da bizim için öyle.

Okuduğumuzda söylenenlerin büyük bir bölümü puslu kalacaksa, söylenen bir sözle neyin kastedildiği anlaşılmayacaksa, yazılanın İncil'de hangi olaya ya da kişiye bir atıfta bulunduğu bilinemeyecekse; bu kitap gerçekten okunmuş sayılır mı? Çok basit bir örnek veriyorum: kitapta belki on kez atıfta bulunulan fakat hiçbir dipçeyle açıklanmamış olan "kükürt kokusu" kavramının, Hıristiyanlıkta şeytanın ve cehennemin kokusuyla özdeşleştirildiğini bilmemek bile, kitabın size vereceklerinden bir şey götürecektir.

Bunca sözün üstüne, benim naçizane önerim bu kitabı herkes okuduğu için, Umberto Eco'nun kitapları çok sattığı için, reklamı çok yapıldığı ve "en iyi kitaplar" listelerinde baş sıralarda olduğu için okuyacaksanız okumayın. Kendinizi, gerçekten hazır hissettiğinizde, burada anlatılan olayları anlayabilecek temel bilgi birikimine sahip olduğunuza karar verdiğinizde okuyun.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Afrodit Buhurdanında Bir Kadın - [Reşat Enis]

Selim İleri'nin "Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu" adlı yapıtını, Türk edebiyatının kıyıda köşede kalmış, unutulmuş, hak ettiği değeri görememiş dehâlarını ve bunların kitaplarını keşfetmek için kullandığımı daha önceki yazılarda da söylemiştim.

Reşat Enis'in adına da, "Afrodit Buhurdanında Bir Kadın" adlı kitabına da, ilk kez işte bu 229 kitaplık listede rastladım. Öncelikle adını ilginç bulmuş; kısa bir İnternet araması yapınca edebiyat tarihimizin hatırı sayılır -ve sayıca pek de çok olmayan- "endüstriyel roman"larından biri olduğunu görmüştüm. Reşat Enis'in ise dördüncü romanıymış. Acaba diğer romanları neler? İşte araştıracak bir şeyler daha!

Evrensel Basım Yayın, sağ olsun, ilk baskısı 1937 yılında yapılan bu unutulmuş kitabı günümüz okuru ile buluşturma görevini üstlenmiş.  Adı geçen yayınevinde ilk baskısı 2002, ikinci baskısı 2009, benim elimde bulunan üçüncü baskısıysa 2013 yılında çıkmış. Yeni baskısı oldu mu; piyasada baskısı kaldı mı bilemiyorum...

Yayınevinin piyasaya sürdüğü kitap, 1945 yılında Semih Lütf Kitabevi'nden çıkan ikinci baskının tıpkıbasımı. Yani Türkçe kullanımı ve yazım kurallarına hiç müdahale edilmeksizin 1945'te basıldığı biçimiyle önümüze gelmiş. İlk bakışta kimi sözcüklerin yazılışı yadırgansa da dönemin imlâsı sayesinde kendinizi hızla 30'ların İstanbul'unda buluyorsunuz.

Kitap, görünüşte kötü yola düşen bir kadının öyküsü gibi görünse de, yoksul ailelerin, hakları gaspedilen işçi sınıfının, emek sömürüsünün ve kadın bedeni istismarının kitabı aslında. Eskiye özlem her ne kadar bugün edebiyatımızın ve yaşı geçkin kimselerin birinci sohbet konusu olsa da; bugün daha başka bir boyutta deneyimlediğimiz istismarın 30'larda, 40'larda da çok daha insanlıkdışı bir hâlde varolduğunu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz.

Saflığını, temizliğini yitirdiğinden yakındığımız toplumun, aslında eskiden de ne denli pis olduğunu  görecek ve artık ihtimal ki günümüzdeki iğrençliklere pek eskisi kadar yazıklanmayacaksınız.

Hikâyede, inandırıcılıktan uzak birtakım rastlantılar olmasına karşın, romanın tuhaf bir çekiciliği olduğunu söylüyor Selim İleri. Kesinlikle katılmakla birlikte onun nazikçe inandırıcılıktan uzak ve akıllara durgunluk verici diye nitelendirdiği bu tesadüflerin sonuncusuna düpedüz iğrençlik demeliyim. Kitap bu mide bulandırıcı son olmadan da bitemez miydi, bu satırları yazarken hâlâ düşünmekteyim. Okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Yazar, kitabı boyunca işçi ve kadın bedeni istismarı üzerine yüz kızartıcı onlarca olayı olanca çıplaklığıyla anlatıyor. Yukarıda sözünü ettiğim iğrenç tesadüfle bunu doruk noktasına çıkarıyor. Selim İleri, Reşat Enis'in yapıtlarının pek de yaygınlık kazanamamasını biraz da "ahlâkın yüz kızartıcı saydığı bu olgulara sıkça neşter vurmasına" bağlıyor.

Kitaptan alıntılar


Çok tok köpek saldırmaz. Tokluğun verdiği tatlı bir uyuşukluk içinde, efendisinin ayağı dibinde çöreklenir. Efendisi kuyruğuna bassa, ancak boğuk bir havlamayla sızlanır. Dişlerini göstererek hırlamaktan korkar; aç bırakılacağını düşünür.

Yarı aç yarı tok köpek, her şeyi yapmıya muktedir köpektir.

Çok aç köpeğe gelince; o saldırmak için kuvvet bulamaz, Zalim efendisinin kamçısı altında kesik ulumalarla sürünür.


***

İşçi çocuğu ana kucağından, baba gözünden uzak büyümeğe mahkûmdu. Bunun çok kötü misalleri gözlerinin önündeydi.

Bitişiklerinde oturan işçi Cemalin sekiz yaşındaki kızına, anası babası işe gidip onu yapayalnız bıraktıkları bir gün, bir büyük serseri belsoğukluğu aşılamıştı.

Bir başka işçinin, fabrikaya giderken kaldırımda kör talihe emanet ettiği erkek çocuğunu, sokaktan geçen bir rezil satıcı kandırmış, kirletmişti. 

Daha sekiz yaşındayken kanına belsoğukluğu aşılanan kız, yarın kaşarlanmış bir fahişe olacaktı. Irzına geçilen beş yaşındaki küçük, yarın Beyoğlunun kötü evlerinde dolaşacak; köşe başlarında, soymak için adam kollayacaktı.


***

Geçim zordu, fuhuş boldu. Geçimin zorluğundan ürken delikanlı, evlenmeyi aklından bile geçirmiyor; cinsî münasebet ihtiyacını fuhuşta tatmin ediyordu.


***

Sabiha kendini vurmadı, aklını oynatmadı. Aristokrat ailelerin pek çok kızları gibi babası ölüp de baskıdan kurtulunca, kendini sokağa ve ilk rastladığı delikanlının kucağına attı.


***

Yıldızla Melek, Allahı peygamberi, dini filân çoktan unutmuşlardı. Allahtan, peygamberden, dinden önce düşünecek o kadar tasaları vardı ki!



***

Fabrikanın yıllardır ayıklanmamış lağımları bir taranacak olsa, kimbilir ne kadar et pıhtısı, düşürülmüş kaç gayrimeşru çocuk bulunacaktı! Bu fabrika; kerhaneye, hastaneye, mezara giden yolların en kestirmesiydi.


***

Anadolu, kafamda yaşayan saf, temiz yürekli köylü tipini söktü çıkardı. Hilenin, düzenbazlığın, düşmanlığın envaını Anadolu köylerinde gördüm.


***

Çok eski devirlerde Allahın mümesilleri olduklarına inanılan rahiplerle evlenmiş kadınlar vardı. Ve onlara, Allahla evlenmiş gözile bakılırdı. Mâbudun karısı, bütün erkeklerin müşterek karısı demekti. Babilli her kadın, Afrodit'in buhurdanında oturup cinsî münasebette bulunmakla kutsîleşirdi. Ve, buna mecburdu da.

Bugün Patron, Allahın mümesilli değil, bir gölgesidir. Fabrikasına, müessesesine bağladığı kadın önce kendisinin, ve netice itibarıyla bütün erkeklerin müşterek malıdır. Bugün de her kadın Afroditin buhurdanında oturup cinsî münasebette bulunmağa mecburdur. Yalnız, fark şurada: Dün bu kadına ilahi bir gözle bakarlardı. Yaptığı iş ibadetti. Bugünkü kadın ise nefrete layıktır, zina işliyor!


***

Maden sahibi, baca ağzında dokuz doğuruyor. Elinde saat... Zaman yürüyor. Ve, on beş amelesi, sekiz yüz metre toprağın dibinde hapsolan dört insanı kurtarmak için beyhude çabalıyor. On beş işçi bu saatlerce süren didinmeleriyle, ona elli araba kömür verebilirdi. Yazık!


11 Aralık 2017 Pazartesi

Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatı

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahmi Gürpınar, edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri. Külliyatı epeyce kalabalık olan yazarın bütün eserlerini bugüne dek yalnızca iki yayınevi yayımlama büyüklüğünü gösterdi: Özgür Yayınları ve yazımızda ele alacağımız Everest Yayınları. Fakat, gerekli ilgiyi devşirememiş olacaklar ki artık yeni basımları yapılmıyor.

Yapıtlarının büyük bölümünü dilde yalınlaşma akımından önce verdiği için, çoğunun yeni kuşaklarca anlaşılırlığı nispeten kısıtlı. Sadeleştirilen yapıtları pek çok yayınevinde bulunabiliyor olsa da; haliyle tüm edebî niteliğini yitirdiği için, okumanızı önermiyorum.

Yukarıda adını andığım yayınevleri ise özgün ve eksiksiz metinleri yayınlayarak, edebiyatımızdaki çok büyük bir eksiği giderdiler. Sadeleştirilmemiş metin dediysem, korkudan gözleriniz büyümesin. Azıcık edebî birikimi olan birinin anlayamayacağı şeyler değil. Her zaman, her yerde haykırıyorum. Yeri gelmişken burada da söyleyeceğim. Lütfen edebiyatımıza sahip çıkalım. Büyük yazarlarımızı özgün metinlerden okuyalım. Elbette bilmediğimiz kelimeler çıkacak; fakat bunların %90'nın anlamı metnin bağlamından tahmin edilebiliyor. Kalan bölümü içinse sözlük karıştırın. Nitelikli bir okur olmanın yolu bundan geçiyor. Kendi edebiyatını bilmeyen biri, dünyanın tüm klasiklerini okusa kaç yazar?


Yazara ilişkin


1864 yılında doğup, 1944 yılında, 80 yaşındayken Heybeliada'da inzivaya çekildiği evinde yaşama veda eden bu yazara ilişkin söylenenler; yazılıp çizilenler bir kitabı dolduracak kadar çoktur. İnternet ortamında dahi bunların bir bölümüne ulaşmak mümkün. Çoğu, bir ölünün arkasından ağza dahi alınmaması gereken nitelikte.

Annesini erken yaşta yitirdiği için büyükannesinin kadınlarla dolu evinde büyümüş, bu nedenle kadın dünyasını, kadınlar arası dedikoduları, çekişmeleri yakından gözlemleme fırsatı bulmuş. Bu dönemde evdeki hanımlardan öğrendiği el örgüsünü yaşamının sonuna dek boş zaman uğraşı olarak sürdürmüş. Yazarın el örgüleri bugün Heybeliada'da müze olarak ziyarete açık olan evinde hâlen görülebilir.

Titizlik hastası olan yazar, tokalaşmayı, öpüşmeyi sevmez; yabancı kapıların kollarını mendille, giysisinin ucuyla tutarak açarmış. Dışarı çıktığında aksesuar olarak yaz-kış muhakkak eldiven takarmış. Hiç evlenmeyen ve hiçbir kadınla bilinen bir birlikteliği olmayan Gürpınar'ın müzmin bekârlığı hakkında söylenenler çoğu zaman saygı ve edep sınırlarını aşan; kimsenin üzerine vazife olmayan hadsizce şeyler.

Siz elliyi aşkın kitap yazın, yıllarca gazetecilikle uğraşın, 7 yıl milletvekilli olarak ülkenize hizmet edin; kitaplarınızda hicvettiğiniz mahalle dedikodularından daha düzeysiz muhabbetlere meze olun. Dünya gerçekten acımasız.

Sultan Abdülhamid'in İstibdat dönemini, ardından gelen Meşrutiyet'in özgürlükçü ortamını, dünya savaşlarını, millî mücadele dönemini ve cumhuriyet rejimini görmüş bir yazar Gürpınar. Yazdıkları sarayı rahatsız ettiği için, sansüre uğramış.

Yapıtlarında yaşadığı dönemde İstanbul folklorunun ve günlük yaşamının mükemmel bir yansımasını sunan Gürpınar'a benim hayranlığım buradan geliyor. 100-150 yıl öncesinde konuşulan İstanbul Türkçesinin, deyim ve deyişlerinin tadını alınca Gürpınar'a sizin de bağlanacağınızdan eminim.

Özellikle batıl inançlar konusunu işlediği romanlar benim en sevdiklerim arasında. Bunun yanısıra, kadın-erkek ilişkileri, yasak aşklar, aldatma, suç, adalet, batılılaşma ve toplumun üst-alt sınıfları gibi konularda yakın tarihimizin ve kültürümüzün ince eleştirilerini bulacaksınız Gürpınar'ın eserlerinde.

Everest mi ve Özgür Yayınları mı?


Gürpınar'ın sağlığında basılan kitaplarının sayısı 50'yi aşıyor. Bunların büyük bölümü roman, ufak bir bölümü ise öykü, oyun ve deneme. Romanların kimileri sayfa sayısı olarak epey ince. Dolayısıyla günümüz piyasa koşullarında 50 küsur kitabı tek tek basmak, neredeyse hiçbir yayınevinin göze alamayacağı bir maliyet. Bu nedenle her iki yayınevi de kimi ince kitapları birleştirme yoluna gitmiş. Bu girişim, Özgür Yayınları'nda daha az. Everest yayınları ise neredeyse tüm kitapları birleşik biçimde basmış.

Özgür Yayınları'nı bilenler bilir. Türk klasiklerini özgün biçimleriyle fakat eskimiş sözcüklerin anlamlarını satır içinde köşeli parantez içinde verme yöntemiyle yayınlar. Örneğin: "... artık hayatta vazifesini ikmal etmiş kıyas edecekti [görevini tamamlamış sayacaktı] - Mai ve Siyah, Halid Ziya Uşaklıgil)

Ben ne yazık ki bu yönteme pek ısınamadım. Onlar tam aksini iddia etse de ben, okuyuşun akıcılığını son kertede sekteye uğrattığını düşünüyorum bu yöntemin. Everest ise, kimi kitapların sonuna sözlükçe ekleme yoluna gitmiş. Bana kalırsa en güzel yöntem bu. Bilmeyen, bilmediği sözcük için açar bakar. Bu nedenle ben külliyatımı Everest Yayınları'ndan bütünlemeye karar verdim.

Everest'in yayınladığı Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatını sıralamaya geçmeden önce kapak tasarımlarına da değinmek istiyorum. Everest'in kapak tasarımlarını, Türkiye'nin en yetenekli kapak tasarımcılarından biri olan Utku Lomlu yapmış. Bir kitaba başlamadan önce ilk sayfadaki künyesini okuma alışkanlığınız varsa Lomlu adını muhakkak görmüşsünüzdür. Emin olun, kitabevlerinde kapağını beğendiğiniz her 5 kitabın 4'ü onun imzasını taşıyordur. Fakat, Gürpınar külliyatındaki kapak tasarımları bana kalırsa bugüne kadar çıkarmış olduğu işler içinde ancak en son sırada yer alabilir. Ne yazık ki, estetikten uzak, alelacele yapılmış çalakalem şeyler gibi görünüyor.

Külliyattaki kitaplar listesi



  1. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Melek Sanmıştım Şeytanı (Sadeleştirilmiş Metin)
  2. Gulyabani - Gönül Ticareti (Sadeleştirilmiş Metin)
  3. Şıpsevdi (Sadeleştirilmiş Metin)
  4. Şıpsevdi
  5. Mürebbiye - Şeytan İşi
  6. Mürebbiye - Şeytan İşi (Sadeleştirilmiş Metin)
  7. Efsuncu Baba - Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür
  8. Şık- Tutuşmuş Gönüller
  9. Dirilen İskelet
  10. Kokotlar Mektebi
  11. Cehennemlik
  12. Kesik Baş - Ölüm Bir Kurtuluş mudur?
  13. Utanmaz Adam
  14. Can Pazarı
  15. İffet
  16. Ben Deli miyim?
  17. Tesadüf - Muhabbet Tılsımı
  18. İnsan Önce Maymun muydu?
  19. Ölüler Yaşıyorlar mı?
  20. Nimetşinas - Toraman
  21. Billur Kalp # Mezarından Kalkan Şehit - Mutallaka
  22. Son Arzu - Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu?
  23. Eşkıya İninde
  24. Tebessüm-i Elem
  25. Deli Filozof
  26. Cadı - Cadı Çarpıyor

21. sıra yanlışlıkla iki kitaba birden verilmiş.
Evet, sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı. Toplam 26 kitaptan oluşan listede birtakım tuhaflıklar var. 21. sırayı paylaşan iki ayrı kitap var.

Büyük olasılıkla bu kitaplardan birinin farklı bir numarayla yer alması düşünülmüştü. Fakat hazırlık aşamasında gözden kaçan bir yanlışlık, basım hatta dağıtım aşamasına dek kimsenin dikkatini çekmemiş ve dizi bu halde piyasaya sürülmüş olmalı.

Kitapların gerekli ilgiyi devşiremediğini yazının başında da dile getirmiştim. Ne yazık ki kitapların neredeyse tümü tek baskıda kalmış ve yeni baskısı yapılmamış. Bu yanlışın farkına varıldı mı bilmiyorum; ancak varıldıysa da yeni basımlar yapılmadığı için düzeltilme fırsatı olmamış belli ki. Yine, ilgi görmeyeceği düşünüldüğünden olacak ki; Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç - Melek Sanmıştım Şeytanı ve Gulyabani - Gönül Ticareti adlı kitapların sadeleştirilmemiş özgün metni bu dizinin içinde yer almıyor. Benim gibi, sevdiği yazarların külliyatını oluşturma ve onları özgün dilinden okuma gibi gibi takıntıları olanlar için son derece üzücü bir durum.

İlk ve tek basımları 2012 yılında yapıldığı için çoğu kitap artık piyasada tükenmiş ve nadirata düşmüş. Ancak sahaflarda bulunabiliyor. Benim de hâlen birkaç eksiğim var.


Son söz


Gerek edebiyat gerekse okur niteliğinin gitgide düştüğü günümüzde bir daha kolay kolay hiçbir yayınevinin Hüseyin Rahmi Gürpınar külliyatı yayınlamaya girişeceğini sanmıyorum ne yazık ki.  Umarım yanılırım. Sonuçta, birkaç yüz kelimeyle yazılmış saçma sapan aşk hikâyelerinin, vampir öykülerinin daha fazla para getirdiği bir dönemdeyiz.

Kimsenin Türk edebiyatını tanımak, tanıtmak ve yaygınlaştırmak gibi ulvî amaçları kalmadı. Okuduğumuz metinde anlamını bilmediğimiz eski bir sözcük görünce öcü gibi korkuyoruz. Çoğumuzun sözlüğe son başvuruşu herhalde ilkokuldaydı. Bu piyasa koşullarında bu yayınevlerinin elini taşın altına koyup bu külliyatı yayınlaması takdire şayandı. Yazık ki biz okurlar değerini bilemedik. 

Abdülhak Şinasi Hisar külliyatı

Abdülhak Şinasi Hisar, edebiyatımızın kıyıda köşede kalmış, unutulmuş ve hak ettiği değeri bir türlü görememiş yazarlarından biri. Gönlünü edebiyata ve İstanbul'a vermiş yetenekli bir yazar; tam bir İstanbul beyefendisi.

Çamlıca'da, Göksu'da ve Boğaziçi'nin başkaca güzide semtlerinde yapılan gezintiler, mehtap izleyişler artık bütünüyle geçmişte kalmıştır. Fakat Osmanlı toplumunda kültürel değişimin son hız sürdüğü bir dönemde, Hisar bu değişimi yozlaşma olarak algılamakta ve geçmişin ışıltılı günlerini özlemektedir. İşte Hisar'ın edebiyatının esin kaynağı bu geçmiş özlemi.

Boğaziçi'ni başlı başına bir medeniyet olarak gören ve bu adlandırmayı bir terim olarak yaşamımıza sokan bizzat Abdülhak Şinasi Hisar'dır. Bunun yanısıra Fahim Bey gibi abidevî bir karakteri de  yazınımıza sokmuştur.

Yaşamı


Yazar kimliği kadar, araştırmacı, eleştirmen ve aydın kimliğiyle de üzerinde durulması gereken Hisar'ın yalnızca yapıtlarının adları bile sanıyorum onun donanımına ilişkin kabaca bir fikir vermeye yeterlidir. Aşağıda yazarın tüm yapıtlarının listesini sıralayacağım fakat ne sağlığında, ne öldükten sonra rahata erebilen bu talihsiz yazarın yaşamını sizlerle kısaca paylaşmak isterim öncelikle.

1883 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Babası hayranı olduğu iki şairin; Abdülhak Hamit Tarhan ve Şinasi'nin adlarını vermiş ona. Çocukluğu, Boğaziçi'nin seçkin semtlerinde geçmiş. Dadılarla, özel hocalarla büyümüş. Galatasaray Lisesi'ni bitirmiş; yükseköğrenim içinse Paris'e gitmiş.

Yaşamı boyunca hiç evlenmemiş. Söylentilere göre ömrü boyunca tek bir kadını sevmiş. Hisar'ın imkânsız aşkının Şair Nigâr Hanım olduğu yazılıp çiziliyor. Aralarındaki yaş farkında bakıldığında, Hisar'ın delikanlılık döneminde Şair Nigâr Hanım'ın 30'lu yaşların ortalarında bir kadın olması gerekiyor. Bu da, bu aşkın imkânsızlığının nedenini açıkça ortaya koyuyor.

Yurda döndükten sonra bir dönem memuriyet görevinde bulunan; çeşitli gazete ve dergilerde çalışan Hisar babasının ölümünün ardından pek o kadar da parlak bir yaşam sürmemiş. Bunun izlerini, çağdaşı olan yazarların anılarını okuduğumuzda sürebiliyoruz. Pek konuşmaz, pek fazla kimseyle görüşmez, dost eğlencelerine pek katılmazmış.

Rumelihisarı'nda babadan kalma yalısının köhnemişliğinden çok utanır, "yakında yeni bir yere taşınacağız" der dururmuş. Elbette kıt kanaat geçimle ne yalıyı yenileyebilmiş, ne de yeni bir yere taşınmaya muvaffak olmuş. 3 Mayıs 1963 tarihinde öldüğünde cenazesine bir avuç yakınından başka kimse katılmamış. Bugün Zeytinburnu'nda Merkezefendi Mezarlığı'nda dinlenmekte. Yapıtları gibi, mezarı da kıyıda köşede kalmış.

Yapıtları


Abdülhak Şinasi Hisar'ın kitapları uzunca bir süre bölük pörçük yayınlanmış. Özellikle ölümünün ardından uzunca bir süre unutulmuş. Eserleri, Dr. Necmettin Turinay'ın özverili çabalarıyla yeniden basılmaya ancak 2005 yılında başlamış. Yapı Kredi Yayınları (YKY) uzunca bir süre bu yapıtları özenli bir biçimde basarak biz edebiyatseverlerle buluşturdu. Ancak artık kitapların yeni baskısı yapılmıyor ve tüm Abdülhak Şinasi Hisar kitapları nadirata; hattâ deyim yerindeyse karaborsaya düştü.

Talep varsa niçin yeni baskı yok diye soracaksınız. Yazarın hiç evlenmediğini ve hayatına hiçbir kadının girmediğini söylemiştim. Dolayısıyla çocuğu ya da birinci dereceden hiçbir mirasçısı yok. Bilmem kaçıncı dereceden mirasçıları ise şimdilerde anlaşmazlığa düştüğü için kitabın yeni baskılarına müsaade etmiyorlarmış. Eğer doğruysa öfkelenmemek elde değil gerçekten. Bir avuç insanın maddi çıkarı nedeniyle koca bir toplumun ortak kültür mirasından yoksun kalmasını benim gönlümü burkuyor.

Büyük çoğunluğu yazarın sağlılığında yayımlanan yapıtlarının yanısıra, ölümünden sonra gazete ve dergilerde çıkan köşeyazısı ve makalelerinden derlenerek kitap haline getirilen yazıları da var. Yapı Kredi Yayınları'ndan bugüne dek yayımlanmış yapıtları şöyle: 


  1. Çamlıca'daki Eniştemiz
  2. Fahim Bey ve Biz
  3. Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği
  4. İstanbul ve Pierre Loti
  5. Yahya Kemal'e Veda
  6. Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı
  7. Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde
  8. Boğaziçi Yalıları
  9. Boğaziçi Mehtapları
  10. Geçmiş Zaman Köşkleri
  11. Geçmiş Zaman Fıkraları
  12. Kitaplar ve Muharrirler I
  13. Kitaplar ve Muharrirler II
  14. Kitaplar ve Muharrirler III
  15. Türk Müzeciliği
  16. Eski Zaman Edipleri

8 Kasım 2017 Çarşamba

Bizans Süiti - [Rosie Pinhas-Delpuech]

Bizans Süiti kitap kapağı
77 sayfalık bu minik kitap, bir sahafın "Sepet 5 lira" köşesinde buldu beni. Kendiliğinden geldi, elimin altına giriverdi. Arka kapağı okur okumaz, alınacakların arasına koymuştum onu...

Bir Türkiye Yahudisi olan Rosie Pinhas-Delpuech, kitapta kendi çocukluğundan, bizim yakın tarihimizden yansımaları paylaşıyor bizlerle. Çokdilli bir ailede, hiçbir dili anadili olarak benimsemeksizin yaşayan, Türkçeyi ilk kez okula gittiğinde öğrenen bir kız çocuğunun gözünden...

Anı/anlatı türündeki kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2004 yılında yayınlanmış. Genç yaşlarda Fransa'ya yerleşen ve hâlen aynı ülkede yaşayan yazar, kitabı Fransızca olarak kaleme almış. Türkçe çevirisi Aysel Bora'ca yapılmış.

Kitap; Gece, Gündüz, Obur Devin Ziyareti, Sofa, Sözsüz, 10 Kasım, Yol, Bayrak, Dağ ve Z/S adlı on bölümden oluşuyor. Okul öncesinden başlayarak, yazarın ortaokula varana kadarki yıllarını anlatıyor. "Anadilim bir yabancı dil" epigrafı ile başlayan kitap yazar tarafından G.R. adlı kişiye adanmış.

***

Babası Fransız, annesi Alman kültürüyle yetişmiş ve dolayısıyla bu dilleri mükemmelen konuşan; büyükannesi ise yarı İbranice yarı İspanyolca konuşan, sokaktaysa her gün bambaşka bir dil duyan bir çocuk olsaydınız siz hangi dili benimserdiniz? Ya da bir dili benimseyebilir ve kendinizi o dile ait hisseder miydiniz?

Yazarın doğumundan birkaç yıl önce Avrupa'nın göbeğinde, Hitler Almanya'sında yaşanan olaylar henüz çok tazeyken, annenin çocukla Almanca konuşmaya çalışması ev halkınca hoş karşılanmamaktadır. Yüzyıllar önce ataları İspanya'dan sürülerek Edirne'de yaşama tutunan aile, Yahudi İspanyolcasını kaydadeğer bir dil olarak görmemekte ve küçümsemektedir. Yahudi İspanyolcası anne ve büyükanne arasında yalnızca aile dedikoduları yapmak için kullanılan bir gizli anlaşma biçimidir. İbranice; yalnızca din öğretimi sırasında kullanılan, günlük yaşamda hiçbir yeri olmayan ölü bir dildir zaten. Türkçe ise zaten okula başladığında öğrenecek denilerek hepten ikinci plana atılmıştır.

***

Kitabın ilk bölümünde, yazarın küçücük bir kız çocuğuyken öğrendiği ilk Türkçe kelime olan "Poyraz Sokak"tan söz ediliyor. Sokaktaki insanların konuştuğu dilde olan bu sözcüğün, küçük çocuğun zihninde edindiği yer, yıllar sonra yetişkinlikte bile asla silinmiyor.

Evin başköşesindeki Alman yapımı Blaupunkt radyosu, salondaki kömür sobası, başı kırılan ve parmakları sobaya yapıştırılan oyuncak bebek, nüfus sayımında eve gelen nüfus memuru, zatürreeden ölen bir kardeş, Nilüfer Hatun İlkokulu'na başlayış, yeni arkadaşlar, Türkçeyle tanışma, öğretmenler, kadın öğretmenler çocukların kafasına vurduğunda bileklerindeki altın bileziklerden çıkan metal şangırtısı, 10 Kasım törenleri, sokaklara dökülen saldırgan bir kalabalığın Ya Taksim Ya Ölüm sloganları, pencerelere asılan Türk bayrakları ve yazarın çocuk belleğinden yetişkinliğe ulaşabilen başkaca anı kırıntıları 77 sayfa boyunca bizlere bizi öğretiyor.

Kitabın Z/S adlı son bölümündeyse ortaokul için Fransız Okulu'na kabul edilen Rozi'nin hayatı belki de sonsuza dek değişiyor, adıyla birlikte. Yıllarca Rozi diye yazmayı öğrendiği adı artık Fransızca yazım kuralları gereğince Rosie olarak dayatılıyor. Belki de bu yüzden 20 yaşına geldiğinde kendini Rozi olarak Türkiye'ye değil de, Rosie olarak Fransa'ya ait hissettiği için Fransa'ya göç etmeye karar vermiştir yazarımız...

***

Pangaltı ile Harbiye arasındaki Poyraz Sokak bugün hâlâ yerli yerinde duruyor. Heyhat ki bugün o sokakta Madam Rosie ile ailesinden hiçbir iz yok. Fakat belki Teşvikiye'deki Nilüfer Hatun İlkolulu'nun tozlu arşivinde bir kayıt defterinde adı kalmıştır. Z ile... Rozi olarak...