Kitap kapağı |
Yazarın imza günü vardı ve kuyruk epeyce kalabalıktı. Daha önce hiç okumadığım Canan Tan'ın kitaplarını kitabevlerinin çoksatanlar listelerinde sık sık görürdüm. Sevilen bir yazar olduğu kuyruğun uzunluğundan da belliydi.
Kitabı aldığım gibi sıraya girdim. Kitabımı imzalatmak için yanına yaklaştım. Kendiliğinden çok tatlı bir sohbet gelişti aramızda. İlk izlenim çok olumlu oldu yani. Fakat yine de Canan Tan'ın Hasret'ini elime almam için uzunca bir zaman geçmesi gerekti aradan. Günlük meşgaleler, daha öncelikli kitaplar derken, erteledim de erteledim...
En sonunda bir Ramazan günü, kitaplığım karşısına geçip başladım kitaplarımı karıştırmaya. Yazarından imzalı bu kitabı görünce heyecanlandım. Bunca zaman savsakladığım için kızdım kendime. Başladım okumaya...
Hasret, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Kırıkkale'nin Keskin ilçesinde yaşayan ve birbirine sevdalanan bir Türk genciyle Rum kızının hikâyesini anlatıyor. Gerçek bir hikâyeden esinlenmiş. Kırıkkale gibi, bugün varlığını bile unuttuğumuz küçük bir Anadolu kentinde geçmişte çok farklı Anadolu halklarının birarada yaşadığını, buralardan böyle hikâyeler çıktığını görmek şaşırtıcı.
Tacettin ve Patricia'nın aşkı, biraz da Patricia'nın annesi Omorfia'nın göz yummasıyla büyüyor. Delice sevdiği kocasını genç yaşta yitiren meyhaneci Omorfia, aşka saygılı bir kadın. Ama aynı şeyi Tacettin'in annesi Fatiş Hatun için söylemek güç.
Keskin'in en köklü ailelerinden birinin küçük oğlu olan Tacettin, Rum kızı Patricia'yı ailesine kabul ettiremediği için onunla Omorfia'nın bağevinde buluşur uzun süre. Bir ayağı kendi evinde, bir ayağı orada aylar geçirirler. Sonunda bir gün Patricia'dan haber gelir: gebedir.
Patricia, Tacettin'in oğlu Ali'yi dünyaya getirdikten sonra bile Fatiş Hatun'dan kabul görmez. İki arada bir derede kalan Tacettin bir çözüm ararken olmadık olaylar yaşanmaktadır ülkede. Savaşın başlamasıyla her şey birbirine girer. Yunanların İzmir'i işgâl etmesiyle barış içinde bir kasaba olan Keskin'de bile yüzyıllardır iç içe yaşayan Türkler ve gayrimüslimler arasında sürtüşmeler başlar. Tacettin'in can dostu Ermeni Artin ve ailesi varı yoğu satıp İstanbul'a göçer.
Savaş bitmiş, Cumhuriyet kurulmuştur artık. Ama halk içinde nifak tohumları baş vermiştir bir kez. Devletlerarası anlaşma gereğince Türkiye'deki Rumlar Yunanistan'a; Yunanistan'daki Türkler de Anadolu'ya gönderilecek; yani bir nüfus mübadelesi yapılacaktır. Tacettin'in bir diğer can dostu Aris gider ilk kafilelerden biriyle. Elbette Patricia ve ailesi de kaçamayacaktır bu acı yazgıdan.
Apar topar gönderilen kafilelerden biriyle yola çıkar Patricia ve ailesi. Aralarında nikâh olmadığı için çocuğuyla birlikte gönderilir. Küçük Ali'nin Tacettin'in oğlu olduğunu gösterecek hiçbir belge yoktur. Tacettin, sonradan öğrenir Patricia ve Ali'nin gönderildiğini. Kahrolur, ama yapacak bir şey yoktur. Gidenlerin ardından enkaza döner, ruh gibi yaşar Tacettin. Özlemleriyle yanar tutuşur yıllarca.
Bu sırada, kitabın ikinci bölümünde, çok zor yıllar geçirmektedir Patricia, Omorfia ve Ali. Selânik'e gönderilmişlerdir ama kendilerine atanan evin sahibi Türk ailesi henüz yola çıkmamıştır. Belirsiz bir süre sonunda, Anadolu'nun kim bilir hangi köyüne savrulacak bu fırıncı ailesiyle aynı çatı altında yaşarlar haftalarca.
Tacettin acılar ve özlem içinde yıllar geçirmiştir. Bu sırada Patricia ve Ali'nin ne yaptığını bilmiyoruz. Cumhuriyet artık iyice güçlenmiş, Anadolu'nun her köşesi gibi Keskin'e de devlet memurları atanmaktadır. Bu memurlardan biri, Binbaşı İhsan Bey, Tacettin'e ayrılan konağı kiralar. Aralarındaki dostluk, İhsan Bey'in kızı Behire'yle Tacettin'in evliliğine doğru yol alır. Çoluk çocuk sahibi olurlar. Delicesine sevmese de, Tacettin sahiplenmiş, benimsemiştir Behire'yi.
Üçüncü bölüm ise Atina'da bir hastanede başlıyor. İkinci Dünya Savaşı ve iç savaşla yaralanan Yunanistan'da bir hastane odasında Tacettin'in eski dostu Aris, yan yatağında yatan genç bir oğlan görür. Dikkatli bakınca gençlik arkadaşı Tacettin'i görür gibi olur. Adının Andoni olduğunu söyleyen bu genç yaralı askerle konuşunca hiçbir kuşkusu kalmaz. Tacettin'in oğlu Ali'dir bu. Ona İstanbul'da bir adres verir. Genç çocuk elbette gidecektir.
İstanbul'da bir kiliseden başlayan iz sürme süreci Keskin'de, Andoni'nin Tacettin'le yüzleşmesi ve baba oğulun özlemle kucaklaşıp tanışmalarıyla son bulur.
Yakın tarihimizin en acı olaylarından biri olan ve yaşayan belleklerde çok azı izler bırakan bu mübadele süreci benim de çok ilgimi çeken bir konudur. Canan Tan da, çok güzel bir anlatımla kitabında işlemiş bunu. İlk bölümde muhteşem bir giriş yapmış, ikinci bölümde Tacettin'in derbederlikten evliliğe giden yaşamı anlatılırken Selânik'te yaşam mücadelesi veren Patricia ve Ali'nin sözünün bile edilmemesi beni düşkırıklığına uğrattı. Tacettin'i okumaktansa onların yaşama nasıl tutunduğunu okumayı yeğlerdim.
Üçüncü bölümse kitabın en aceleye gelen kısmıydı sanırım. Ben daha ne olduğunu anlamadan baba oğul buluşuverdi. Belki de kitap bu noktaya kadar zaten belli bir hacme ulaştığı için yazar apar topar bitirme gereği duydu kitabı. Bilemiyorum. Buraya kadar ağır ağır pişen, adım adım ilerleyen olayların böylesine çabuk çözülüvermesi kitabın temposunu alt üst etti.
Kitabın anlatımı ve konusu çok iyi. Hakkını yemeyelim ama yer yer rahatsızlık veren yönleri de yok değildi. Kitapta halkların kardeşçe yaşadığı ama bir gün bunun bozulduğu anlatılıyor. Bu konuda sıradan halkın suçsuz olduğu gerçeğini yansıtmaya çalışmış Canan Tan. Ama bunu yaparken dostluk, kardeşlik haykırışlarını biraz abartmış. Anlattıkları zaten 1920'lerin Keskin'inde bir kardeşlik, dostluk ortamının yaşandığını gösteriyor. Defalarca, dostluk vardı, komşuluk vardı, komşular birbirine düşman oldu, ah, vah, tüh demek yazarı hikâyenin içine çok fazla sokmuş. Yazarın bir adım daha geride olmasını yeğlerdim.
Doğan Kitap'tan çıkan kitabın ilk basımı 100 bin adet yapılmış. Bağcılar'da basılmış. Kapak tasarımı Yavuz Korkut imzalı. Siyah ve gümüşî renklerin kullanıldığı kapak üzerinde kabartma yazılar ve yapraksız bir ağaç figürü var. Kitap 350 sayfa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder